23 Aralık 2011

ANA DİLE SAYGI



Ana diline saygı, önce onu bilerek sevmek, sonra da doğru ve düzgün kulanmakla
olur. Bu saygının yüksek katı ise, ana dilini yabancı dillerin salgınından koruyarak
kendi yapısı içinde işleyip zenginleştirmeye çalışmakla gösterilir. Bu da sanatçıların,
bilginlerin ve eli kalem tutan bütün yazarların görevidir. Dilini doğru kullanmayı
beceremeyenlerin, yabancı kelimeleri dillerinden bir türlü söküp atamayanların,
ana diline sevgiden ve saygıdan söz etmeleri gülünç olmaktan öteye geçemez.

Konuyu bu açıdan ele alacak olursak, hiçbir abartmaya kapılmadan söyleyebiliriz
ki divan şairlerimiz, ana diline gerçek saygı ve sevgiyi göstermemişlerdir. Bu ünlü
yazarların hepsi de Türkçeyi benimseyerek işleyecekleri yerde, Arapça ve Farsça
kamuslarla ferhenklerden topladıkları kelimeleri, bu dillerin kurallarıyle birlikte
dilimize sokmuşlar, böylece anlaşılmayan ve hiçbir yerde konuşulmayan yapma bir dil
meydana getirmişlerdir. Bu durum karşısında, ana dil “avam dili” diye küçümsenmiş kendi
hâline bırakılmıştır. Bu durumdan yakınan Âşık Paşa:
Türk diline kimsene bakmaz idi
Türklere hergiz gönül akmaz idi
derken, sevmeden çok acıma duygusu içindedir. Acıma ise gerçek sevme sayılmaz.
Şüphesiz Âşık Paşa ana dilini seviyordu. Hatta, düşüncelerini halk yığınlarına yaymak
için Türkçeye başvurmakla, ana dilinin bu konudaki gücünü anladığını göstermiş
oluyordu. Ancak, burada bizim belirtmek istediğimiz, bunun da üstünde, kıskanç bir
sevgi, bilince erişmiş yüksek bir saygıdır. İşte asıl eksik olan budur. XV. yüzyılda Ali
Şir Nevaî’den başka hiçbir şair ve düşünür, bu bilince erişememiştir.
Eskiler “Türk” kelimesine nasıl “bilgisiz, görgüsüz, kaba, köylü” anlamlarını
yakıştırmaya kalkmışlarsa, Türkçeyi de bayağı, yetersiz ve kısır görerek ondan
kaçınmışlardır.
Bakınız Beyanî, yazdığı şairler tezkiresinde, Yavuz Sultan Selim’in şiirlerini
Farsça yazdığını anlatmak için ne diyor: “Uluv-i himmetlerinden Türkî şiir dimeye
tenezzül etmeyüp bînazir Farsî eş’arı ve Acemane güftarı vardır.”
Bu söz, bilinçsizlikten doğan ihanetin (İhanet, Arapçada hakaret demektir.) çok
acı bir örneğidir. Bir Türk yazarı ana dili için bunu nasıl söyleyebilir? Bunu
söyleyebilenlerden ana dili sevgisi ve saygısı nasıl beklenebilir? Sonra, cümledeki
sakatlık da yazarlarımızın dil bilgisinden ne denli yoksun olduklarını gösterir.
Bunlar Türkçeyi sevmemişler de acaba çok özendikleri Osmanlıcayı sevip
saymışlar mıdır? Osmanlıcayı benimseyip bir kuyumcu gibi işlediklerine göre, elbet
sevmişlerdir. Ama saydıklarını söyleyemeyiz. Çünkü özenerek kullandıkları Osmanlıca
cümleler de yanlışlarla doludur.
Divan edebiyatı çerçevesi içinde sanatçı için amaç, “hüner ve marifet” göstermek
olduğuna göre, kaleme alınacak yazı, kelime oyunları, sanat cambazlıkları, zincirleme
tamlamalar, bileşik isimler ve sıfatlarla doldurulup anlaşılmaz hâle getirildiği oranda
ustalık gösterilmiş olacaktır.
Herhangi bir kavramı tek kelime ile ya da onu belirterek bir iki sıfatla anlatmak
ayıp sayılır. Örneğin, bir yazıda şöyle bir cümleciğe rastlarsınız: “Kadem- residegâ-ı
mevleviyyet ve mahŞl-şinan-ı icra-yı şeriat olan mevali-i ızam.” Bunu okuyunca,
kelimelerin ve sıfatların yardımıyla anlarsınız ki yazarın söylemek istediği “kadılar”dır.
Ama kelimeyi yalnızca söylemek yakışık almaz.
Osmanlıcanın divan edebiyatı çerçevesi içindeki durumu işte budur.
Tanzimat devrinde, Osmanlıca türlü nedenlerle açıklık kazandı. Süslü yazmak,
“hüner ve marifet” göstermek, merakı yine sürüp gitmekle birlikte, “anlatım açıklığı”
ön plana alındı. Bu devirde, Osmanlıcayı da Türkçeyi de en iyi bilen ve ustalıkla kullanan
Mualim Naci’dir. Çünkü ana dilini sevmiş, dil bilincini sezmiştir. Naci’nin eserlerinde
dil bilgisi ve “selika” yanlışı bulamayız. Yazılarında kelimeler ve tamlamalar doğru,
cümleler sağlam, söyleyiş düzgün ve pürüzsüz, “selika” Türkçeye uygundur.
Ana dilini sevme ve sayma, Meşrutiyet devrinde Türkçülük ve Türkçecilik
akımının başlamasıyle bilinç kazanmıştır. Bu akımın heyecanı içinde yetişen şairler,
hikâyeciler, romancılar ve yazarlar, ana dilini benimseyerek işlemeye koyulmuşlardır,
eserlerinin sanat değeri ne olursa olsun, kendi devirlerinin özelliği içinde, temiz
Türkçenin ilk ürünlerini vermişlerdir.
Ana dili bilinci, asıl Cumhuriyet devrinde, dil devrimiyle gerçek anlamını ve
değerini kazanmıştır. Ancak üzüntü ile söylemek gerekir ki bu bilinç, toplumdaki bütün
çevrelerde henüz yayılmış değilir. Osmanlıcayı hâlâ zorla sürdürmeye çalışanlar, öz
Türkçeyi bilgisizlik ve beceriksizlik yüzünden sakatlayanlar, Batı’dan sızmakta olan
yabancı kelimeleri anlaşılmaz bir inatla kullananlar, bu bilincin yayılmasına engel
olmaktadırlar.
Edebiyat alanı içerisine giren metinlerin genel çizgilerle olmamakla birlikte sanat
eserleri ve düşünce eserleri olmak üzere ikiye ayrıldığını biliyorsunuz. Bunlardan sanat
eserleri ile ilgili metinleri daha önce incelediniz.
Düşünce eserleri olarak da adlandırılan öğretici metinler, bilgi ve haber vermek,
kanıları değiştirmek, uyarmak, düşündürmek, yönlendirmek ve tanıtmak gibi amaçlarla
yazılır.
Yukarıda okuduğunuz metinde yazar, ana dile saygının önce onu sevmek ve
doğru düzgün kullanmakla olacağını savunmaktadır. Ana dilin yabancı dillerin
salgınından koruyarak kendi yapısı içerisinde işleyip zenginleşmesi gerektiği,
sanatçıların, bilginlerin, eli kalem tutan bütün yazarların bu alanda görevinin olduğunu
ifade etmektedir.
Metinde geçen “kamus, ferhenk” sözcüklerinin anlamı sözlük demektir. Âşık
Paşa’dan alınan beyitin alamı ise, “Türk diline kimseler bakmazdı, Türklere asla gönül
akmaz, meyletmezdi.” demektir.
Eskilerin Türk sözcüğünü “bilgisiz, görgüsüz, kaba köylü” anlamına
kullanımasına en büyük tepki Atatürk’ten gelmiştir. O bu söze karşı “Ne mutlu
Türk’üm diyene.” özdeyişini söyleyerek, Türk ulusunu ve Türk ulusunun Kurtuluş
Savaşı’nda gösterdiği kahramanlıktan dolayı yüceltmiştir.
Beyani’nin Yavuz Sultan Selim’in şiiriyle ilgili sözlerinin anlamı “Yüce
yaradılışından dolayı, yaradılışı gereği, Türkçe şiir söylemeye tenezzül etmeyerek,
eşsiz şiirleri ve Farsça (Acemce) sözleri vardır.” demektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder