Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan
doğal bir araç, Kendisine özgü yasaları olan ve ancak bu yasalar çerçevesinde
gelişen canlı bir varlık, Temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış bir gizli
anlaşmalar sistemi, seslerden örülmüş sosyal bir kurumdur.
Bir sesli işaretler sistemi olan
dil, aynı toplulukta yaşayan veya aynı milletten olan insanların
anlaşabilmelerini sağlayan en gelişmiş iletişim aracıdır. Dilin kaynağı çok
eskilere dayanır ve dilin kendinden doğma kuralları vardır. Dil, toplumun
ortaklaşa meydana getirdiği ve kullandığı canlı bir varlık, sosyal bir
kurumdur.
İnsan, canlılar içinde düşünen, duyan,
anlayan, öğrenen, üreten bir varlıktır. Bu niteliklerden dolayı, öteki
canlılardan daha üstündür.İnsan bir toplum içinde yaşamak, ihtiyaçlarını
karşılamak için çevresindekilerle konuşmak, anlaşmak mecburiyetindedir.Bu
mecburiyeti insanoğlunu, duyup düşündüklerini kendinden başkalarına da
duyuracak bir anlatım aracı bulmaya itmiştir. Böylelikle ilk başta ilkel,
sonraları gittikçe gelişen anlaşma yolları bulunmuştur.
İnsanların, önceleri çeşitli işaretlerle
sağladıkları anlaşmalar daha sonra basit seslenmelere ve ünlemlere dönüşmüştür.
Bu ünlemler aşama aşama duygu, düşünce ve dileklerimizi belirtebileceğimiz
konuşmaya ulaşmıştır.
Medeniyette gelişme hızlandıkça anlatılacak
olan kavramlar çoğalmış, kullanılan sesler gitgide özel anlamlar kazanmış,
kelimeler ortaya çıkmış ve ilkel bir konuşma dili oluşmuştur.İnsanlar arasında
anlaşmayı sağlayan en gelişmiş bildirim aracı dildir. Dil, dilbilimciler
tarafından bir toplumu oluşturan kişilerin düşünce ve duygularının o toplumda
ses ve anlatım bakımından geçerli ortak ögeler ve kurallardan faydalanılarak
başkalarına aktarılmasını sağlayan çok yönlü ve gelişmiş bir sistem olarak
tanımlanmıştır.
Ana dil
Bugün ses yapısı, şekil ve anlam bakımından birbirinden az ya da
çok farklılaşmış bulunan dil veya lehçelerin, kök bakımından bilinmeyen bir
tarihte birleştikleri ortak dil: Ana Türkçe, Ana Moğolca, Ana Altayca, Lâtince
vb. İnsanın doğup büyüdüğü aile ve soyca bağlı bulunduğu toplum çevresinden
öğrendiği, bilinç altına inen ve kişilerle toplum arasındaki ilişkilerde en
güçlü bağı oluşturan dil.
DİLİN ÖZELLİKLERİ
1. Dil canlı
bir varlıktır:
Dil, kalıplaşmış,
değişmez, durgun bir yapıya sahip değildir.Aksine kendi yapı ve işleyişinin
gerektirdiği özelliklere, tarih, sosyal ve kültürel şekillenmelere bağlıdır.
Zaman içinde az veya çok değişerek yol alan sürekli bir akış halindedir.Dil
kelimeye dayanır ve kelime hayatın akışı içinde çeşitli yönleriyle değişikliğe
uğrar.
Bunu, dilimizdeki bazı
kelimelerin zamanla yok olmasıyla (budun), bazı kelimelerin anlam değişikliğine
uğramasıyla (yavuz: kötügyiğit),
başka dillerden kelimeler alınmasıyla (misafir), sonradan türetme yoluyla yeni
kelimeler oluşturulmasıyla (bilgisayar) açıklayabiliriz. Öyle ki, artık
Türkçenin lehçeleri arasındaki ortaklıklar fark edilemeyecek kadar azalmış,
Türkçenin kolları anlaşılmaz derecede büyük değişikliklere uğramıştır.
2. Dil
sosyal bir kurumdur:
Dil, insanın iç
dünyası ile dış dünyası arasında bağlantı kuran bir araçtır. Bu da öncelikle
konuşma ile gerçekleşir. Ancak, konuşmanın gerçekleşebilmesi için insanın tek
olarak bulunması yeterli değildir. Bir kimse düşünce ve duygularını konuşma
yoluyla başkalarına aktarabildiğine göre dilin varlığı, insan topluluklarının
varlığına bağlıdır. Dil, tek bir insan varlığının olduğu kadar toplumun
varlığının da ayrılmaz bir parçası ve temel taşlarından biridir. Dilin toplumla
olan bu yakın bağı onu sosyal bir kurum haline getirmiştir.İnsanlar,
konuştukları dilin temel kavramları üzerinde anlaşmışlardır. Kelime ile
karşıladığı kavram arasındaki çağrışım ilişkisine dayanan bu anlaşmayı, dağ,
pınar, yol kelimeleriyle örneklendirebiliriz. Bu kelimeler, hepimizin zihninde
aynı kavramları canlandırır. Dilin bağlı olduğu kurallar ve kanallar vardır.
Bunlar da onun sosyal bir varlık olduğunun katıdır.
3. Dil,
düşüncenin göstergesidir.
Dil ve düşünce birbiriyle uyumlu bir gelişme
gösterir.İnsanın dili geliştikçe düşünce ufku da gelişir.İnsanın düşünce ve
zekası dilinde ve dil ürünlerinde karşımıza çıkar.
Bir insanın düşünce dünyasını konuşmasından anlayabiliriz; biz de
konuşmalarımızı düşünce dünyamızın el verdiği ölçüde ayarlayabiliriz
DİLİN
ÖNEMİ
Dil, gelişmiş bir iletişim aracıdır.
Dilin varlığı, ancak insanın varlığıyla
mümkündür.
Dil, seslerden oluşmuş bir anlaşma
sistemidir.
Tam anlamıyla anlatma ve anlaşma; seslerden
örülü kurallar bütünü olan “dil” ile sağlanır.
Dil, düşünce ve zekânın bir göstergesidir.
Dil, canlı bir varlıktır. (adak, ayıg,
sarıg, edgü, gök [kök], uçmak, yanıt, yabız vb.)
Dil, sosyal bir varlıktır.
Dil, bir ortaklıktır.
Dil,
sadece iletişim kurmakla kalmaz, aynı zamanda bu iletişim sonucu doğan kültür
unsurlarının da nesilden nesle aktarılmasını sağlar.
Dilin
önemiyle ilgili sözler
Bir ülkenin yönetimini ele alsaydım,
yapacağım ilk iş, hiç şüphesiz dilini gözden geçirmek olurdu.Çünkü, dil kusurlu
ise kelimeler düşünceyi iyi ifade edemez.Düşünce iyi ifade edilemezse, görevler
ve hizmetler gereği gibi yapılamaz. Görev ve hizmetin gerektiği şekilde
yapılamadığı yerlerde âdet, kural ve kültür bozulur. Âdet, kural ve kültür
bozulursa, adalet yanlış yollara sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine
düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez.İşte, bunun içindir
ki, hiçbir şey dil kadar önemli değildir.
KONFÜÇYÜS
“Ülkesini ve yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de
yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır.”
“Türk
dili, Türk milleti için kutsal bir hazinedir.Çünkü, Türk milleti geçirdiği
nihayetsiz felâketler içinde ahlâkını, ananelerini, hatıralarını,
menfaatlerini, kısacası bugün kendi milliyetini yapan her şeyinin dili
sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor.
“Türk
dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir.”
ATATÜRK
DİLİN
MİLLET HAYATINDAKİ YERİ VE ÖNEMİ
Dil birliği, milleti oluşturan özelliklerin
başında gelir.
Bir milletin dili; onun tarihi, dini ve
kültürüyle iç içedir.
Millet için gerekli olan her şey, dilde
saklanır.
Dil; milletin manevî ve kültür değerlerini,
millet olabilme özelliklerini bünyesinde sımsıkı muhafaza eder.
Dil, milleti meydana getiren bireyler
arasında ortak duygu ve düşünceler meydana getirir.
Dil, milletin birlik ve bütünlüğünü sağlayan
en güçlü bağdır.
Dil, milletin kültürünü ve
tarihini gelecek nesillere aktararak tarih bilinci oluşturur.
Milletin özellikleri dil
kullanılarak yeni nesillere öğretilir
Dil, geçmişi bugüne,
bugünü yarına bağlar.
Sanat (özellikle
edebiyat) eserleri dille oluşturulur ve milletin estetik anlayışını ortaya kor.
Dil kendi
canlılığı ve sosyal oluşu ile milleti de canlı ve bir arada tutar.
DİL -
KÜLTÜR İLİŞKİSİ
DİL-KÜLTÜR
MÜNASEBETİ
KÜLTÜR
Sözlük anlamıyla “1.
Tarihî, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddî ve manevî
değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın
doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü,
hars, ekin, 2. Bir topluma veya halk topluluğuna özgü düşünce ve sanat
eserlerinin bütünü, 3. Muhakeme, zevk ve eleştirme yeteneklerinin öğrenim ve
yaşantılar yoluyla geliştirilmiş olan biçimi, 4. Bireyin kazandığı bilgi, 5.
Uygun biyolojik şartlarda bir mikrop türünü üretme, 6. Tarım” şeklinde
tanımlanan kültürün farklı alanlar için değişik tanımları ve yorumları da
vardır. Atatürk’ün ifadesiyle kültür;
okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden anlam çıkarmak, uyanık davranmak,
düşünmek, zekayı terbiye etmektir.
Prof. Dr. Zeynep
Korkmaz kültür konusunda şunları söyler: “Kültür, insanı öteki yaratıklardan
ayıran, dolayısıyla da yalnızca insana vergi olan bir özelliktir. En ilkel
topluluklardan başlayarak en gelişmiş insan topluluklarına varıncaya kadar,
bütün toplumların kendilerine göre birer kültürlerinin bulunduğu inkâr kabul
etmez bir gerçektir. Ne var ki, toplumların hayat karşısındaki tutum ve
davranışları biribirinden farklı olduğu, yaşayışlarında, eğitim ve düşünce
tarzlarında, yaratıcılıklarında biribirini tutmayan başkalıklar bulunduğu için
bu başkalıklar, kültürleri toplumdan topluma değişik ve çeşitli yapılarda
karşımıza çıkarmıştır. Bir kültür için vazgeçilmez önem taşıyan unsurlar, başka
bir kültür için önemsiz sayılabilir. Toplumların ve dünyadaki milletlerin
mozayik hâlindeki farklı görünümleri de genellikle kültür yapılarındaki bu
farklılıktan kaynaklanmaktadır.”
Kültür, milletin
fertleri arasında sosyal akrabalık bağını oluşturan (başta dil olmak üzere,
tarih, din, örf ve âdetler, hukuk sistemi, müzik, güzel sanatlar, ekonomi,
ahlâk anlayışı ve dünya görüşü... gibi) maddî ve manevî değerlerin tümüdür ve
bu değerler kültürün başlıca unsurlarını oluşturur. Bunlar o milletin
fertlerini birbirine bağlarken, diğer milletlerden ayırır; içeride
birleştirici, dışarıya karşı ayırıcı rol üstlenir.
Bu açıklamalardan
sonra kültürün özellikleri şöyle özetlenebilir:
Kültürün özellikleri
Kültür;
1. Millîdir,
2. Tarihîdir,
3. Özgündür,
4. Milletin ortak malıdır,
5. Canlı ve tabiî bir varlıktır,
2. Tarihîdir,
3. Özgündür,
4. Milletin ortak malıdır,
5. Canlı ve tabiî bir varlıktır,
6. Ahenkli bir
bütündür,
7. Özü değiştirilemez.
7. Özü değiştirilemez.
Devletler; milletlerin
kendilerini korumak, yaşatmak ve yükseltmek için kurdukları sosyal
organizasyonlardır. Devletin varlığı milletle mümkündür. Milleti ayakta tutan,
ona dinamizm ve ruh veren temel güç ise millî kültürdür. Bu tarihî ve sosyal
gerçek, Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür.” özdeyişinde veciz
ifadesini bulmuştur.
Kültür, bir değerler bütünü, bir yaşama
tarzıdır. Yüzyıllar içerisinde, bir milletin diğer milletlerden farklı olarak
geliştirdiği duygu, düşünce ve hayat görüşü, kültür’dür. Kültür; gelenek ve
görenekleri, hukuk sistemini, ahlâk anlayışını, dünya görüşünü içine alır.
DİL VE KÜLTÜR
Dil, millî kültürün
temel unsuru ve taşıyıcısıdır. Maddî-manevî kültürel değerlerin oluşmasında ve
aktarılmasında dilin inkar kabul etmez bir rolü vardır. Edipler, kendi
dönemlerindeki olayların, anlayışların, geleneklerin... izlerini ister istemez,
yazılı veya sözlü olarak ortaya koydukları eserlerine yansıtırlar. Bu eserleri
okuyan yeni nesil, kendi kültürünü, kendi değerlerini öğrenir ve sosyal bir
miras olarak kendinden sonra gelenlere aktarır. Bütün bunlar dil sayesinde
gerçekleştiği için dil ve kültür birbirini tamamlayan birbirinden ayrılmayan
unsurlardır.
Dil olmaksızın kültür aktarımı sınırlı kalır. Dil, geçmişi bugüne, bugünü
yarına bağlar.
Ziya Gökalp. dili kültürün
temel unsuru sayar. 0, bu görüşünde haklıdır. Zira dil, duygu ve düşüncenin
âdeta kabıdır. Bir milletin bütün duygu ve düşünce hazinesi, dil kabına veya
kalıbına dökülür ve bu dil kabı ile yerden yere, nesilden nesle aktarılır.
Yazı, dilin sesini kaydeden bir vasıta olarak dilin bir parçasıdır. Fakat
kültür. söz ile de bir millet arasına
yayılır .
Dil kültürün temeli olduğuna göre, bir
milletin dil ile ifade ettiği sözlü. yazılı her şey kültür kavramına girer.
Sabahtan akşama kadar evde. sokakta. çarşıda, iş yerinde konuşan halk, farkında
olmadan dil tarlasını eker, biçer. Dilin duygu ve düşünce ile dolmasının
sebebi, günlük hayata çok yakın olmasıdır.
Aslında dili yaratan hayat, daha doğrusu
sosyal hayattır. Anne çocuğuna bir oyuncak verir: ” Bak sana otomobil getirdim
“ der. Böylece çocuk. oyuncak otomobil ile beraber “ otomobil “ kelimesini
öğrenir. Fakat dil her zaman böyle bir eşya gösterilerek öğrenilmez. Bebek etrafında mânâsını
anlamadığı birtakım sesler duyar. Zamanla onların bir şeye tekabül ettiğini
öğrenir.
Dil deyince, konuşulan ve yazılan bütün
kelime ve cümleleri anlamak
lâzımdır.Halk günlük hayatında kelimeleri menşelerine göre ayırmaz. Onu
ilgilendiren, kelimelerin mânâsı, işe yaramasıdır. Bir bakkal dükkânında on
dakika oturup halkı dinleyerek hangi kelimeleri kullandığını tespit
edebilirsiniz.
İlle öztürkçe yazılmamış,” normal “, “ tabii
“ yazılı bir mahsulde, bir gazete veya
kitapta da bu işi yapabilirsiniz. ” Normal “
ve “ tabii “ konuşan halk gibi, “
normal “ ve “ tabii “ yazan bir yazar da
kelimelerin menşeine değil mânâsına, nüansına ve işe yararlılığına önem verir .
Konuşma veya yazı dilinde kelimeleri,
Türkçe, yabancı diye ayırmak “ normal “ veya “ tabii “ konuşma ve yazmaya
aykırı bir davranıştır. Bu yapma tutumu kırıtkan kadınların hâl ve tavrında
olduğu gibi derhal fark edersiniz. Böyle yapanlar dikkatlerini bahsedecekleri
şeye verecekleri yerde belli kelimelere verirler. Onlar için önemli olan eşya,
duygu ve düşünce değil, öztürkçe kelimelerdir. Bir yazan değerlendirirken, fikirlerine
değil, kullandığı kelimelere bakarlar. Onlara göre öztürkçe kelime kullananlar
iyi, kullanmayanlar kötüdür. Bu ölçüyü öztürkçeden önce yazılmış eserlere
tatbik ederseniz, hepsi kötüdür. Fuzuli, Baki, Nedim, Şeyh Galib, Fikret, Akif,
hattâ Yahya Kemal, Reşat Nuri bile... Böyle bir davranış tarzının ne kadar
barbarca olduğunu buna göre
ölçebilirsiniz.
Her millet dilini ve kültürünü yüzyıllar
boyunca yoğurur. Bu esnada o, akan bir nehir gibi, içinden geçtiği her
topraktan bazı unsurları alır. Her medenî milletin konuşma ve yazı dili,
karşılaştığı medeniyetlerden alınma kelime ve deyimlerle doludur. Bu bakımdan
her milletin dili, o milletin çağlar boyunca yaşadığı tarihin âdeta özetidir.
Dile bu gözle bakılırsa mânâ kazanır.
Batılı dil âlimleri, filologlar yazılı veya
sözlü kültür eserlerini incelerken, bir
arkeolog gibi hareket ederler. Bir nevi “ dil arkeolojisi “ yaparlar. İlkin
inceledikleri metnin tarihini tespite çalışırlar. Zira, her metin dil tarihinin
bir kesitini verir. O kesitte, o anda bulunan ve o ana kadar dile girmiş olan
her kelimenin, yerli, yabancı ayırmaksızın yazılışı, söylenişi, mânâsı dikkatle
tespit edilir. Zira en küçük bir işaret, bir ses değişmesi, o kelime hatta
bütün metnin, mânâsını değiştirebilir. Eğer Sümerce bir metinde Tanrı ve at
kelimeleri Türkçe Tanrı ve at mânâlarına
geliyorsa, bu, bütün insanlık tarihine yeni bir gözle bakmayı
gerektirir. Bundan dolayı dil âlimleri, filologlar eski metinleri incelerken
kılı kırk yararlar . Kelimelerin
menşeleri onları dil ve kültür tarihi bakımından ilgilendirir. Göktürk
harfleriyle yazılmış bir mezar taşında görülen Çince, Hintçe bir kelime, dil ve
kültür tarihi bakımından önemli bir mânâ taşır. Türklere ait eski metinlerde
sade Türkçe kelimelere önem vererek, yabancıları bir kenara atmak hem kültür
kavramına, hem de ilmî düşünceye aykırıdır. Dili bir milletin medeniyet
tarihinin aynası olarak inceleyenler, onda pek çok şey görürler.
Dil ile tarih ve kültür arasındaki
münasebeti bilen bir kimse, dili tek başına almaz. Zira dilde her kelimenin
yazılış, ses, şekil ve mânâsını tayin eden, tarih ve kültürdür. Yunus Emre'nin
şiirlerinin dilini, yazıldığı devir ve çevreden ayrı ele alamazsınız. Zira ağacın kökleri gelenek
ile beraber , yetiştiği topraklara sımsıkı bağlıdır. Bu da gösterir ki, filolog
sadece dilci değil, geniş kültürlü, kafası dil gibi hayatın bütün imkânlarına
açık bir insan olmalıdır.
Kültür eserleri, dilin belli bir yer ve
anda donmuş şekilleridir. Bu bakımdan onların abidelerden farkları yoktur.
Kütüphaneler dil abidelerini toplayan müzelerdir.
Dil, bir kap olduğuna göre onlara ” duygu, düşünce, hayal müzeleri “ demek
gerekir. Biz eskiden yaşamış insanların hayat tecrübelerini, inanç ve
değerlerini bu eserlerden öğreniriz. Aslında dili hem şekil, hem muhtevasıyla inceleyen
filolojinin gayesi, insan kültürünü tanımaktır. Fakat bu görüşe ancak dil ile
kültür arasındaki bağlantıyı görenler ulaşabilirler.
DİL BİLGİSİNİN BÖLÜMLERİ
Ses, hece, kelime, kelime grubu, cümle gibi
birimlerden oluşan dilde bu unsurları inceleyen, dilin özellikleriyle konuşmada
ve yazmada uyulması gereken kuralları belirleyen bilim dalına dil bilgisi
denir.
Dil bilgisinin bölümleri:
1. Ses bilgisi
(fonetik): Sesler, seslerin oluşması, sınıflandırılması, heceler, ses
değişmeleri, ünlü ve ünsüz uyumları, ünlü-ünsüz ilişkileri, ses olayları vb.
konular ses bilgisinin konularıdır. Örnek: a, ba, a-ra-ba, kaşık>kaşığı,
yegâne vb.
2. Kelime bilgisi
(morfoloji): Şekil bilgisi de denir. Dil biliminin, kelimeleri, kelime
yapılarını, anlam ve görev yönünden kelime türlerini, kelimelerin şekil ve
anlam bakımından gösterdikleri değişmeleri inceleyen koludur. Örnek: basit,
türemiş, birleşik kelimeler; isimler, sıfatlar, zamirler, edatlar; adlaşmış
sıfatlar vb.
3. Cümle bilgisi
(sentaks): Cümleleri, söz dizimini, cümle kuruluşunu, cümle öğelerini ve cümle
türlerini ele alır. Örnek: devrik cümle, kurallı cümle, basit cümle, kesik
cümle, özne, yüklem, nesne vb.
4. Anlam Bilgisi
(semantik): Kelimelerin tarihî süreç içerisinde geçirdikleri anlam
değişmelerini ve türlü anlam özelliklerini inceler. Örnek: gerçek, yan, mecaz
anlamlı kelimeler; eş sesli, eş anlamlı, zıt anlamlı kelimeler; deyim, terim,
argo anlam; anlam daralması, anlam genişlemesi, mecaz-ı mürsel, güzel
adlandırma vb.
5. Köken bilgisi
(etimoloji): Kelimelerin kökenini, yani başlangıçta nasıl olduğunu, sonradan ne
gibi değişmelere uğradığını, bir kelimenin Türkçe mi yoksa başka dilden mi
olduğunu vb. inceler. Örnek: geliyorum < kele yorır men, ev < eb...
DİLLERİN
SINIFLANDIRILMASI
Her milletin, her kavmin kendine göre bir
anlaşma sistemi olduğu gerçeğinden yola çıkarak, dünyada ne kadar kavim varsa o
kadar dil vardır diyebiliriz. Nitekim, bugün ölü olan dillerle birlikte
yeryüzünde yaklaşık olarak üç bin civarında dilin varlığından bahsedilmektedir.
Ancak nüfus itibariyle yüz milyondan fazla kişi tarafından konuşulan dilleri
saymak istersek bu sayının parmakla sayılabilecek kadar azalacağı görülecektir.
Dilin nasıl doğduğu ve konuşmanın nasıl
ortaya çıktığı konusunda dil bilimciler tarafından birtakım teoriler ortaya
atılmıştır. Bunlardan bazılarına göre konuşma, insanın tabiattaki sesleri
taklidinden ortaya çıkmıştır. Bazılarına göre ise bütün dünya dilleri tek
kaynaktan doğmuştur. Bu ve bunun gibi teorilerin her birinin kendine göre bazı
mantıklı gerekçeleri olmakla birlikte dil araştırmaları için gerekli olan
metinlerden en eski yazılı belgelerin günümüzden ancak 5500 yıl kadar öncesine
ait olması, ilk insanların ise bundan binlerce, belki de milyonlarca yıl önce
yaşamış olmaları, dillerin doğuşu hakkında kesin bir yargıya varılamayacağını
gösteriyor.
Yeryüzündeki diller söz dizimi, zaman, yapı,
canlı olma – ölü olma, kaynak olma ve türeme , edebî dil, konuşma dili gibi
çeşitli prensiplere göre sınıflandırılmaktadır. Biz burada dilleri yapı ve köken akrabalığına göre
sınıflandırma geleneğine uyarak iki başlık altında inceleyeceğiz:
I.
KÖKEN BAKIMINDAN DİLLER
Köken bakımından birbirine yakın, aynı
kaynaktan çıkan akraba diller dil
ailelerini oluşturlar. Dillerin birbirleriyle bir dil ailesi oluşturacak
şekilde akrabalıklarının saptanmasında o dillerin ses yapısı, şekil yapısı,
cümle yapısı, köken bilgisi ve ortak kelimeleri bakımlarından benzerlikleri
araştırılır. Bir dil ailesindeki dillerin kökenini oluşturan ana dile ait metinler
pek bulunmasa da gruptaki diller
arasında yukarıda sayılan noktalar bakımından benzerliklerin bulunması, zamanla
birbirinden uzaklaşan dillerin, bilinmeyen bir yerde ve zamanda konuşulan ana
dilden ortaya çıktığını göstermektedir. Bir ana dile ait metinler olmasa bile,
bu ana dilin bir çok özelliğini, kendisinden türeyen, ailedeki dilleri
birbirleriyle karşılaştırarak tespit etmek mümkündür.
Dil ailesi ifadesi, dillerin köken
akrabalığını belirtmeye yarar. Bu terim, akraba dilleri konuşan milletlerin
aynı soydan geldikleri anlamını taşımaz. “Aynı soydan gelen ve dilleri akraba
olan milletler bulunduğu gibi, ırk bakımından birbirleri ile hiçbir ilişkisi
bulunmayan fakat aralarında kültür ilişkisi ve kültür bağı görülen milletler de
vardır. Nitekim, Hint – Avrupa dil
ailesi içinde yer alan diller, birbirleri ile soy bağı bulunmayan birçok millet
tarafından konuşulmaktadır. Bu diller herhangi bir soy ve ırk birliğine bağlı
olmaksızın, temelde ortak bir ana dile dayanan, birbirinden türemiş; fakat zaman
içinde değişip başkalaşmış olan dillerdir.
Fransız ve Rumen dillerinin Lâtinceden türemiş olmaları gibi.
Aynı dil ailesinden gelen diller arasındaki
akrabalık da derece derecedir. Bir ana dilin ayrı ayrı kollarından gelen
diller, İngilizce ile Farsçada olduğu gibi uzak akrabalardır.
Aynı ana dilin aynı dalından gelen kollar ise Almanca ve İngilizcede
olduğu gibi yakın akrabalardır.”
Köken akrabalığına dayanan belli başlı dil
aileleri şunlardır:
1. Altay dilleri
A. Türkçe
B. Moğolca
C. Mançuca - Tunguzca
D. Korece
E. Japonca
2. Ural dilleri
A. Fin -Ugor dilleri
A) Fince
B) Macarca
C) Ugorca
B. Samoyedce
3. Hint - Avrupa dilleri
A. Asya kolu: Hintçe, Farsça, Ermenice,
Hititçe
B. Avrupa kolu:
A) Lâtin dilleri: Lâtince,
Fransızca, İspanyolca, Portekizce, İtalyanca, Rumence
B) Slav dilleri: Rusça, Bulgarca,
Sırpça, Boşnakça, Hırvatça, Lehçe, Makedonca
C) Germen dilleri: Almanca,
İngilizce, İsveççe, Norveççe, Felemenkçe, Danca
Hiçbir gruba girmeyen bağımsız Avrupa
dilleri (yunanca, Arnavutça, Litvanca, Keltçe)
4. Hami - Sami dilleri
A. Arapça
B. İbranice
C. Berberî dilleri
D. Akadca
E. Aramca
5. Çin - Tibet dilleri
A. Çince
B. Tibetçe
6. Bantu dilleri (Afrika’nın orta ve güney
bölgelerinde yaygın olarak konuşulan dillerdir.)
7. Kafkas dilleri
A. Güney Kafkas kolu: Gürcüce
B. Kuzeybatı Kafkas kolu: Çerkez, Abhaz, Ubıh
C. Kuzeydoğu Kafkas kolu: Çeçen - Lezgi,
- Dağıstan, Hazar
II.
YAPILARINA GÖRE DİLLER
Dünya dilleri, dili oluşturan kelimelerin,
eklerin, bu eklerin kuruluş ve işleyişleri gibi yapı bakımından gösterdikleri
benzerliklerine göre üç gruba ayrılır:
1. Tek heceli diller
Bu gruptaki dillerde, kelimeler, bir heceden
oluşmaktadır. Cümleyi meydana getiren kelimeler, ek almazlar ve şekil
değişikliğine uğramazlar. Bu dillerde kelimenin görevi cümle içindeki
sırasından ve vurgusundan anlaşıldığı için çok zengin bir vurgu ve tonlama
sistemi vardır. Kelime çeşitleri özel seslerle ayırt edilmediği için aynı
kelime yerine göre hem isim , hem sıfat, hem fiil, hem edat,... olabilmektedir.
Çince ve Tibetçe bu grubun tipik dillerindendir. Bazı Himalaya ve Afrika
dilleriyle Endenozya dilleri ve Vietnam dili de bu gruba dahil edilir.
Bu dillerde “birleşik kelimeleri oluşturan
kelimeler bile biri birinden ayrı yazılır:
Vo yav kan şu. Çince bu cümle kelime kelime şöyle çevrilebilir: Ben istemek bakmak kitap. Bu cümleyi
Türkçe olarak söyleyecek olursak şöyle düzenleriz: Ben kitap okumak istiyorum. Dien sı ci: Elektrik görme cihaz. Bu üç
kelimeden kurulmuş söz televizyon anlamındadır.”
2. Eklemeli diller
Bu gruptaki dillerde tek veya çok heceli
kelime kökleriyle ekler vardır. Bu dillerde, kelime köklerinden yeni kelimeler
türetilirken veya kelimelerin geçici durumları yapılırken kelime köklerine
ekler getirilir. Türetme veya çekim sırasında kökte bir değişme olmaz. Köklerle
ekler birbirinden kolaylıkla ayrılabilir. Anlam ve görev değişikliği yapan
ekler kelime sonuna getirildiği gibi kelime başına getirilen ekler de vardır.
Türkçemiz bu grubun en belirgin örneğidir. Dilimizde ön ekler olmadığı hâlde kelime
sonuna getirilen eklerde bir zenginlik ve çeşitlilik vardır. Bu özelliğiyle
dilimiz, sondan eklemeli bir dildir. Moğolca, Mançuca, Tunguzca, Macarca, Fince
ve Samoyetçe bu grupta yer alan diğer dillerdendir.
3. Çekimli diller
Çekimli dillerde de kelime kökleriyle ekler
vardır. Fakat yeni kelimeler türetilirken veya çekim yapılırken kelime kökünde
değişiklikler olur. Hint-Avrupa dillerinde kelime kökünde görülen değişiklik
kökü tanınmayacak bir şekle sokar, ortaya çıkan yeni kelimede kökü hatırlatacak
bir ses, bir işaret bulunmaz. İngilizce’deki uzanmak fiilinin lie / lay / lain, yapmak
fiilinin do / did / done, gitmek fiilinin go / went / gone;
Almanca’daki atmak, fırlatmak fiilinin werfen
/ warf / geworfen; sein yardımcı
fiilinin bin, ist, sind, war, waren...
şekillerine girmesi gibi.
Arapça gibi çekimli dillerin bazılarında ise
kökteki ünlüler değişirken türetilen yeni kelimeyle kök arasındaki ilgiyi
koruyan bir bağ, kendisini hissettirir. Çekimli dillerin tipik bir örneği olan
Arapçada, kelimenin çekirdeğini oluşturan ünsüzler değişmezken belli kalıplarla
yeni kelimeler türetilir. Aynı kökten olan ders,
medrese, müderris, tedrisat kelimelerinde d, r, s ünsüzleri sabit kalırken ünlüler ve bazı gramer unsurları
değişmektedir.
1. Eklemeli diller: Türkçe, Macarca,
Moğolca, Fince, Japonca, Korece...
2. Çekimli (bükümlü) diller: Arapça,
Farsça, Lâtince, İngilizce, Fransızca, Rusça...
3. Tek heceli diller: Çince, Tibetçe...
TÜRKÇE’NİN
DÜNYA DİLLERİ
ARASINDAKİ
YERİ
Türkçe, dünya dilleri arasında yapı yönüyle sondan eklemeli diller grubunda; köken
bakımından da Ural – Altay dil
grubunun Altay dilleri ailesinde yer almaktadır.
Ural – Altay dilleri, diğer dil aileleri
gibi sağlam bir aile oluşturmazlar. Bu gruptaki diller arasındaki yakınlık,
köken akrabalığından ziyade yapı yönüyle benzerlik şeklinde ortaya çıktığı için
sınıflandırmanın dil ailesi yerine dil grubu olarak yapılması görüşü
benimsenmektedir.
Ural grubu dilleri konusunda derinlemesine
yapılan araştırmalar, bu gruptaki dillerin akrabalığını kesinleştirmektedir. Doerfer, Nemeth, Bang, Clauson gibi
bilginler, Altay dil ailesine giren dillerin köken akrabalığından ziyade kültür
akrabalığı üzerinde dururken Menges,
Poppe, Räsänen ve Ramstedt gibi
bilginler araştırmalarına dayanarak bu diller arasındaki köken akrabalığını
ispatlanmış sayarlar.
Son yıllarda Altaiystik başlı başına bir
araştırma alanı olarak değerlendirilmeye başlanmıştır. Ural – Altay dilleri
teorisi ve Altay dilleri teorisi hakkındaki araştırmalar geliştikçe bu konuda
daha detaylı ve tutarlı bilgilere ulaşılacaktır.
Altay dil ailesinin ortak özellikleri şöyle
özetlenebilir:
1. Bu gruptaki dillerin hepsi yapı yönüyle
eklemeli dildir.
2. Ön ekler (artikeller) yoktur.
3. Kelime türetme ve çekim son eklerle
yapılırken köklerde değişme olmaz. Eklerdeki zenginlik ve çeşitlilik dikkat
çekicidir.
4. Söz diziminde yardımcı unsurlar
(tamlayanlar, belirtenler) önce, asıl unsurlar (tamlananlar, belirtilenler)
sonra gelir: insanlık hâli, sözün
doğrusu. Mustafa, türkü söylerken kendinden geçiyordu.
Sıfatlar isimlerden önce kullanılır. yeşil ördek, anlayışlı öğrenci, kahraman
ordu. Sayı bildiren kelimelerden
sonra çokluk eki kullanılmaz:, beş
kardeş, üç kafadar, bin konut.
Cümleler, cümleyi oluşturan unsurların
ilgisi bakımından, gelişmekte olan düşüncelerin akla geliş sırasına göre değil,
tamamlanmış bir düşüncenin düzenli bir hiyerarşisi şeklinde kurulur.
5. Bu dillerde gramatik cinsiyet yoktur.
Bu sebeple cümlelerde cinsiyet farkından
kaynaklanan değişiklik yapılmaz: Müdür –
müdire, memur – memure, Halit – Halide; he – she gibi.
6. Soru eki vardır.
7. Aynı şekilden kaynaklandığı saptanan
ortak ekler vardır. Türkçe ile Moğolca arasında bu ortaklık daha belirgindir.
8. Altay dilleri ses özeliklerine göre
karşılaştırıldığı zaman birtakım ortaklıklar görülmektedir. Bunlardan en
belirgin olanı, ünlü uyumudur. Kelime başında l, r ve ñ ünsüzlerinin bulunmaması diğer bir ortaklıktır.
Hülasa;
1.Türkçe, köken bakımından Ural-Altay dil
ailesinin Altay koluna mensuptur.
2.Türkçe, yapı bakımından eklemeli
diller grubundandır. Değişmez kökler, yapım ve çekim ekleri vardır. Öncelik
yapım eklerinindir. Yapım ekleri anlam; çekim ekleri de görev belirler.
3.Türkçe, sondan eklemeli bir dildir.
4.Türkçe’de
kalınlık-incelik ve düzlük-yuvarlaklık uyumları vardır. Ünsüzler arasında da
sertlik-yumuşaklık uyumu vardır.
5.Söz diziminde
kelimeler yardımcı öğelerden ana öğeye doğrudur.
TÜRKÇENİN BAŞLICA ÖZELLİKLERİ
1.Türkiye Türkçesinde
uzun ünlü yoktur.
2. “o”
ve “ö” sesleri Türkçe kelimelerin sadece ilk hecesinde bulunur.
3.”j”
sesi Türkçe kelimelerde yoktur.
4.Türkiye
Türkçesinde “c, g, l, m, n, r, v, j, f” sesleri pekiştirmeli kelimelerle ses
taklidi (yansıma) kelimeler dışında başta bulunmazlar.
5.
Yumuşak ve süreksiz olan “b, c, d, g” sesleri, bazı istisnalar dışında sonda
bulunmazlar.
6. Bir
hecede iki ünlü yan yana bulunmaz.Birleşik kelimeler bu kuralın dışındadır.
7.
Türkçe kelimelerin köklerinde birkaç istisna dışında iki ünsüz yoktur.(anne, elli)
8.Türkçe
kelimelerin başında çift ünsüz bulunmaz.
9.Türkçe
kelime ve hece sonunda bütün çift ünsüzler bulunmaz.
Ancak
şu çift ünsüzler bulunur:”-lç,
-lk,-lp,-lt,-nç,-nk,-nt,-rç,-rk,-rt,-rs,-rp,-st.”
10.
Türkçe kelimelerin başında ve sonunda üç ünsüz bulunmaz. Kesime ortasında üç
ünsüz bulunur. Bunların hepsi aynı hecede değildir.
11.Türkçe
kelimelerde genelde ses uyumları vardır.
TÜRK
YAZI DİLİNİN TARİHÎ GELİŞİMİ
Türk dilinin tarih
içindeki gelişimini şu şekilde sınıflandırabiliriz:
1.Eski Türkçe
Türk yazı dilinin
başlangıçtan 13. yy. başlarına kadar süren dönemdir. Eski Türkçe, ayrı yazılara
dayandığı halde aynı dil geleneğini sürdüren Göktürk, Uygur, Karahanlı yazı
dillerini içine alır.
2.Kuzey Doğu
Türkçesi
Türklerin Orta
Asya’dan çıkıp geniş bir alana yayılmaları yazı dilinin dallanmasına yol
açmıştır.Kuzey Doğu Türkçesi, Eski Türkçe’den sonra bir geçiş dönemi niteliği
taşımıştır.
3.Çağatay
Türkçesi
Doğuda Harezm
Türkçesinden gelişen Çağatayca, XV. Ve XIX. Yy.da Türkistan ve Altınordu
alanında alanında kullanılmıştır.
4.Batı Türkçesi
Genel olarak Hazar
denizinin güneyi ile Balkanlar arasında yaşayan Türklerin yazı diline verilen
addır. Güney-Batı Türkçesi adı verilen bu yazı dili XIII. yy. başlarından beri
kullanılmaktadır.
Türkçe
kelimelerin etimolojik gelişimine örnekler
E.t. e.a.t. - os. T. - t.t.
Adak > ayak
- d - > - y -
E.t. e.a.t. - os. T. T.t.
Adıg > ayu > ayı
- d - > - y - - u > - ı
E.t. e.a.t. - os. T. T.t.
Edgü > eyü / eyi > iyi
- d - > - y - -ü > -i - e > - i
E.t. e.a.t. - os. T. T.t.
Sarıg > saru > sarı
- ı - > - u - - u > - ı
E.t. e.a.t. os. T. - t.t.
Yabız > yabuz > yavuz
- ı - > - u - - b - > - v -
TÜRKLERİN KULLANDIĞI ALFABELER
Türklerin kullandığı alfabeler
tarih sırasına göre şunlardır:
1-
GÖKTÜRK ALFABESİ
Türkçe'nin yazıldığı il alfabe,
bugünkü bilgilere göre Batı'da "runik" diye tanınan Göktürk
alfabesidir. Bu alfabenin eski Türk damgalarından doğduğu, dolayısıyla Türkler
tarafından icat edildiği kabul edilmektedir. Türkler arasında VII-IX. yüzyılla
arasında yaygın olarak kullanılmıştır. Bu yazıya Batı'da runik denmesinin
sebebi harflerinin eski İskandinav yazıtlarında kullanılmış ve runik alfabe
diye adlandırılan yazınız harflerine benzemesidir. Bu alfabe Danimarkalı
William Thomsen tarafından çözülmüştür. Göktürk alfabesiyle yazılan 732 yılında
yazılan Kültigin abidesi Türk edebiyatının yazılı ilk eseri sayılmaktadır.
38 harften oluşan alfabenin 4'ü sesli, 26'sı sessiz, 8'i ise
bitişken harftir. İçinde yuvarlak ünlü (o, ö, u, ü) bulunan sözleri doğru
okuyabilmek için o sözleri önceden bilmek ve kestirmek gerekir. Sağdan sola ve
yukarıdan aşağıya doğru yazılır. Harfler birbiriyle bitişmez; taş ve eşya
üzerine kazınmaya elverişlidir.
2- UYGUR ALFABESİ
Türkler'in Göktürk alfabesinden
sonra ve Arap alfabesinden önce kullanmış oldukları yazı sistemleri içinde en
önemli alfabedir. VIII. yüzyıldan XVIII. yüzyıla kadar Doğu Türkistan'dan
İstanbul'a kadar geniş bir alanda kullanılmıştır. Bu alfabe Ârâmî kökenli Soğd
alfabesinden çıkmıştır. Genellikle Uygur yazısı olarak bilinen bu yazınız diğer
Türkler'ce de kullanılmış olması mümkündür. Uygur alfabesi Türkçe^nin yazımı
için elverişli olmadığı halde 1000 yıl gibi uzun bir süre kullanılmıştır. Uygur
alfabesiyle yazılmış eserlerin çoğunu Budizm, Maniheizm ve Hristiyanlık'a ait
metinler meydana getirir. Bu alfabe Türkler İslâmiyet'i kabul ettikten sonra da
kullanılmıştır. Kutadgu Bilig denilen eserin üç nüshasından biri Uygur
harfleriyle yazılmıştır.
18 harften oluşan alfabenin 4'ü sesli 14'ü sessiz harftir. Arap
alfabesinde olduğu gibi harfler başta, ortada ve sonda farklı biçimde
yazılmaktadır.
3- ARAP ALFABESİ
Tarih boyunca Türk diline
uygulanan yazılar arasında en uzun sürelisi, aynı zamanda en yaygın olanı ve
muhtemelen Türkler'in İslâm'a girmeye başladıkları IX. yüzyıldan itibaren
kullanılmıştır. Hâlâ bu alfabeyi kullanan Türk halkları vardır. Türkçe'yi Arap
harfleriyle ilk defa yazanlar Karahanlılar olmuştur. Mevcut bilgilere göre bu
alfabeyle yazılan ilk metin Divanü Lûgati't-Türk adlı eserdeki
yazılardır.
4- LATİN ALFABESİ
1928'de Atatürk'ün yaptığı harf
inkılâbıyla Türkiye Türkçesi'nin yazımında kullanılan en son alfabe Latin
alfabesidir. Bu alfabe bugün Türkiye'den başka Kıbrıs ve Yugoslavya'daki
Türkler'ce de kullanılmaktadır.
29 harften oluşan bu alfabenin 21'i sessiz, 8'i sesli harftir.
Sağdan sola doğru yazılır. Harfler birbiriyle bitiştirilerek de
bitiştirilmeyerek de yazılabilir. Bu alfabede yer alan harfler asıl Latin
alfabesinden farklıdır. Asıl Latin alfabesindeki "q/Q",
"x/X" ve "w/W" harfleri yoktur. Buna karşılık ı, ö, ü,
ğ, ç ve ş harfleri vardır.
5- KİRİL (SLAV) ALFABESİ
Osmanlıca ve Türkiye dışındaki
Türk dil ve lehçelerinin yazımında Arap alfabesinden sonra en geniş ölçüde
kullanılan alfabedir. XVIII. yüzyıl başlarında Hristiyanlık'ı yaymak için
Çuvaşlar'a giden Ruslar bu dili kendi harfleriyle (Kiril) yazdılar. Eski
Sovyetler Birliği idaresindeki Türkler'ce 1937-1940 yılları arasında
Stalin rejimi tarafından bu alfabe kabul ettirilmiş ve her Türk boyu için
farklı alfabeler yapılmıştır. Bunun sonucunda Türkler arasında 20 ayrı Kiril
alfabesi kullanılmıştır. Bugün de bu alfabeyi kullanmaya devam etmektedirler.
Ancak Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra alfabe değiştirme eğilimleri
kuvvetlenmiştir. Ayrıca Türk Cumhuriyetleri arasında kültür alışverişini daha
sağlıklı yapmak için ortak alfabe çalışmaları devam etmektedir.
YAZI
DİLİ - KONUŞMA DİLİ
Bir dilin konuşma dili ve yazı dili olmak
üzere iki yönü vardır. Özel bir çalışmayla günlük dile ait konuşma metinleri
tespit edilmediği sürece konuşma dilinin tarihî gelişimi, inceleme alanı
dışında kalır. Ancak günümüzün teknik imkânlarıyla video kasetlerine, ses
bantlarına, CD, VCD ve DVD’lere kaydedilen konuşmalar, ileri bir tarihte
konuşma diliyle ilgili çalışmalara malzeme oluşturabilir. Yazı dilinin tarihî
gelişimi ise, ancak o dile ait yazılı metinlerle takip edilebilir. Metinlerle
takip edilemeyen dönemden öncesi için birtakım tahminlerde bulunmak mümkün
olmakla birlikte kesin bilgi vermek zordur.
Konuşma dili, günlük hayatta diğer
insanlarla iletişim kurmak için konuşurken kullandığımız dildir. Bu dil, doğal
olduğu için konuşurken cümlemizin kurallı olup olmadığına, kelimelerin doğru
sıralanıp sıralanmadığına, söyleyişin doğru olup olmadığına pek dikkat etmeyiz.
Bu sebeple zaman içinde, bölgeden bölgeye değişen birtakım söyleyiş
farklılıkları ve kelime farklılıkları ortaya çıkar. Bu farklılıkların tarihî
süreç içinde, bölgelere göre geçirdiği maceradan o dilin lehçeleri ortaya
çıkar.
Lehçe, bir dilin değişik bölgelerde, aynı
dil grubuna dahil kişiler tarafından konuşulan değişik biçimidir. Lehçede
kelime farklılıkları, ses ve yapı yönüyle ayrılıklar bulunur. Türkçe, diğer
dillere göre oldukça geniş bir alanda çok hareketli bir macera geçirdiği için
Türkçe’nin yirmi civarında lehçesi vardır. Türkçe’nin tarihî lehçeleri olan
Yakutça ve Çuvaşça bugünkü lehçelerle -ayrı bir dil olduklarını düşündürecek
kadar- çok büyük farklılıklar gösterirler. Türkmence, Özbekçe, Gagavuzca,
Kazakça, vb. Türkçe’nin bugünkü lehçelerindendir.
Türk dili, lehçelerine göre;
a) Oğuz – Türkmen grubu (Güney – Batı
Türkçesi),
b) Kıpçak grubu (Kuzey – Batı Türkçesi) ve
c) Karluk grubu (Kuzey – Doğu Türkçesi)
olmak üzere üç ana grup oluşturur. Bu ana gruplara dahil lehçeler birbirlerinin
yakın dalları oldukları için anlaşmada çok büyük farklılıklar görülmez. Aynı
grupta yer alan Türkiye Türkçesi ile Azerbaycan Türkçesi buna örnek olarak
gösterilebilir.
Ağız ise bir dil veya
lehçenin yakın zamanda ayrılmış, bölgeden bölgeye veya şehirden şehire sadece söyleyiş
farklılıkları gösteren küçük kollarıdır. Ağızlardaki ayrılıklar çoğu zaman
söyleyişten öteye gitmez. Bölge ağzına özgü kelimelerin sayısı, dilin bütün söz
varlığı düşünüldüğü zaman fazla bir yer tutmaz. Konuşmada görülen bu durum,
zaten yazı diline de yansıtılmaz.
Konya
şivesi, Erzurum lehçesi, Urfa şivesi gibi adlandırmalar yanlıştır. Doğrusu; Konya ağzı, Erzurum ağzı, Urfa ağzı şeklindedir.
Yazı dili
Yazı dili, adından anlaşılacağı üzere yazıda
kullanılan dildir. Dilde birliği, anlaşma kolaylığını sağlamak için kullanılan
kitap dilidir, kültür dilidir, edebî dildir. Konuşma dilinin her bölgenin
doğal, günlük dili olmasına karşılık yazı dili, okuma yazmada kullanılan ortak
dildir.
“Bir dilin yazısı, o dilin lehçe veya
ağızlarından birine göre yazılır ve bu yazılış, standart yazı dilini oluşturur.
Yazı dili olma vasfını taşıyan ağız, bir memleketin kültür merkezi olarak
gelişen yerinin ağzıdır ve konuşma dillerinin en gelişmişidir. Türkiye
Türkçesinin yazı dili genellikle İstanbul ağzına dayanır. Bir ülkede çeşitli
konuşma dilleri ve ağızlar bulunduğu halde bir tek yazı dili bulunur. Yazı dili
muhafazakârdır. Normal şartlar altında özelliklerini kolay kolay kaybetmez.
Ayrıca, lehçe ve ağızların alabildiğine farklılaşmasını da önler. Gereğinde, hepsinin
zenginliklerinden yararlanır ve onları ortak bir kaynaktan zenginleştirerek
birbirine yaklaştırır. Aydın kesimlerin kendi bölge ağızları ile değil, yazı
dili temelindeki standart Türkçe ile
konuşmaları, yazı dilinin bu birleştirici ve ağız ayrılıklarını silici
fonksiyonundan kaynaklanmaktadır.”
Türk dili derslerinin amaçlarından biri de
konuşma diliyle yazı dilini birbirine yaklaştırmaktır. Kişi, edebî dille doğru
konuşabilir fakat yazı dilinin özelliklerini ve kurallarını bilmezse doğru
yazamaz. Bu sebeple ana dilin kuralları ve incelikleri iyi bilinmelidir ki dil,
anlaşma aracı olma işlevini tam anlamıyla yerine getirebilsin.
Özellikle son zamanlarda sezgiye dayalı bir
anlaşma yolu seçildiği için “Nasıl olsa ne demek istediğim, dinleyenler tarafından
iyi kötü anlaşılıyor - daha doğrusu seziliyor - ” düşüncesiyle yazı dilinin
kurallarını önemsememek yanlış bir tutumdur. Yazılı anlatımda, söylemek
istediğimizle yazdığımızdan çıkan anlam karşılaştırılırsa konunun önemi daha
iyi anlaşılacaktır.
TÜRKÇE’NİN
ZENGİNLİĞİ VE BÜYÜKLÜĞÜ
Lehçe ve ağızlarıyla birlikte Türkçe; geniş
bir coğrafyada konuşulan bir dildir.
Lehçe ve ağızlarıyla birlikte Türkçe
konuşan insan sayısı; gayri resmî rakamlara göre, 250.000.000’dur.
Lehçe ve ağızlarıyla birlikte Türkçe’de,
bulunan kelime sayısı; tahmini bir milyondur.
Türkçe, en eski yazılı metinlere
sahip yaşayan dillerden biridir.
Bugün; Moğolistan’dan Çin’e, Afganistan’dan
Makedonya’ya, Bosna -Hersek’ten Bulgaristan’a kadar pek çok yerde Türkçe
konuşulmaktadır.
Türkçe’nin konuşulduğu yerlerin yüz ölçümü,
yaklaşık 11 milyon km2 ’ dir.
1989 yılı resmî rakamlarına göre 142.500.000
kişi Türkçe konuşmaktadır.
TDK tarafından sürdürülen ve tahminî olarak
2020 yılında bitecek olan büyük Türkçe sözlüğü’nde bir milyon; büyük Türkiye
Türkçesi sözlüğü’nde ise üç yüz bin kelime beklenmektedir.
Türkçe’nin olgunlaşmış ilk yazılı metinleri,
m.s. 8. Yüzyılda dikilen Göktürk Anıtları’dır.
Türkçe’nin tarihini, altın elbiseli adam
mezarı’ nda bulunan bir cümlelik yazı ile m.ö. 5. Yüzyıla götürmek de
mümkündür.
TÜRK DİLİ İNKILÂBI
Türk dili için ilk bilinçli sadeleştirme
girişimi, Tanzimat devri’nde yapılmıştır.
İkinci girişim; Ömer Seyfettin ve Ziya
Gökalp’in öncülüğünde gelişen “Yeni
lisan” hareketidir.
Üçüncü ve en köklü, en bilinçli girişim ise
Atatürk’ün önderliğinde oluşturulan “Türk
Dil İnkılâbı” dır.
Atatürk’ün dil inkılâbı ile ulaşmak istediği
hedefler:
Dilimizi yabancı etkilerden kurtarmak.
Konuşma ve yazı dili arasındaki
farklılıkları ortadan kaldırmak.
Türk diline millî bir gelişme yolu çizmek.
Öğretim birliğine paralel olarak eğitimi
millîleştirmek.
Öğretimi, millî bir eğitim diline
kavuşturmak.
Türk dilini hak ettiği seviyeye getirmek
için bilimsel çalışmalar yapıp, dilimizin güzellik ve zenginliklerini ortaya
çıkarmak.
Türk dilini, millî kültürümüzün eksiksiz bir
ifade vasıtası yapmak.
Türk dilini, işlek ve zengin bir kültür dili
durumuna getirmek.
Türk
dili ile ilgili Atatürk’ten özdeyişler
“Türk dili, Türk
milleti için mukaddes bir hazinedir.Çünkü, Türk milleti; geçirdiği nihayetsiz
badireler içinde ahlâkını, geleneklerini, hatıralarını, menfaatlerini; kısaca,
bugün kendi milliyetini yapan her şeyi dili sayesinde koruduğunu görüyor.
Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir.”
“Türk dilinin
kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için bütün devlet
teşkilâtımızın dikkatli, alâkalı olmasını isteriz.”
TÜRKÇE’NİN ÖNEMİYLE İLGİLİ MAKALELER
1.TÜRKÇE BİLMEK
TÜRKÇE bilmeyen bir yabancıya birkaç hafta
içinde, günlük hayatta çok kullanılan elli cümle ezberletilse, bunları elden
geldiği kadar düzgün bir aksanla söylemesi sağlansa, bu adamla konuşan Türkler
onun Türkçeyi iyi bildiğini zanneder.
Aslında bizim okur-yazarlarımızın durumu da
bu adama benzemektedir. Edebî, yazılı, zengin Türkçeyi bilmiyoruz; birkaç yüz
kelimeden, birkaç yüz cümleden meydana gelen bir iletişim ve konuşma Türkçesi
ile konuşup anlaşıyoruz. Sonra da kendimizi iyi Türkçe biliyor sanıyoruz.
Türkiyeliler elbette ki, günlük konuşma
Türkçesini, iletişim Türkçesini yitirmemişlerdir. Konuşma ve iletişim
Türkçesinde de yozlaşma ve erozyon olmuştur ama yine de ihtiyacımızı
görmektedir. Ancak bu konuşma Türkçesi bize ilim, irfan, kültür, sanat,
edebiyat olarak yeterli değildir. Onun yanında, konuşulmayan, sadece yazılıp okunan
ikinci bir Türkçe gereklidir. Asıl Türkçe odur. Fuzulî’nin, Baki’nin, Nedim’in,
Şeyh Galib’in, Ziya Paşa’nın, Namık Kemal’in, Evliya Çelebi’nin, Ahmet Cevdet
Paşa’nın Türkçesi...
Edebî ve yazılı Türkçe konusunda o kadar
zavallı, o kadar fakir ve yoksul, o kadar âciz hale gelmişizdir ki, Hüseyin
Rahmi’nin, Halid Ziya’nın, Halide Edib’in, Yakup Kadri’nin, Reşad Nuri’nin
romanları bile artık “sadeleştirilerek” bastırılıyor. Yani, zengin ve edebî
Türkçeden; fakir, sade, yozlaşmış sokak ve pazar Türkçesine tercüme edilerek...
Bir topluluk için bu ne korkunç bir yıkımdır.
Konuşma ve iletişim Türkçesi için okula,
üniversiteye gitmeye lüzum yoktur. Çocuklar onu evde, âile içinde, çevrede
kulaktan öğrenirler, konuşa konuşa elde ederler. Konuşulmayan yazılı-edebî Türkçe
okullarda öğrenilir. İşte biz okullarımızda, eğitim kurumlarımızda bunu
öğretemiyoruz.
Lise ve üniversite mezunlarımız binlerce
kelime ve kavramı bilmiyor. Kelimelerin mânasını öğrenmek oldukça kolaydır da,
kavramları anlamak ve öğrenmek o kadar kolay değildir. Kavramları öğrenebilmek
için iyi derecede felsefe (psikoloji, mantık, ahlâk, metafizik, estetik),
sosyoloji, sanat tarihi ve kültürü, tarih, tarih felsefesi, edebiyat okumuş
olmak gerekir.
Mimarlık kültürü ve sanatıyla ilgili
birtakım kavramlar ve terimler vardır: Gotik, barok, roman... Anadolu’da
Selçuklu, Beylikler, Osmanlı mimarî eserleri bulunmaktadır... Hat sanatımızda
sülüs, nesih, tâlik, divanî, kûfî, reyhanî ve sair yazı üslupları ile eserler
verilmiştir... Anadolu’muzda yüzlerce çeşit halı ve kilim dokunmuştur,
herbirinin kendine mahsus bir adı vardır... Din, tasavvuf, felsefe, düşünce
sahasında binlerce ana kavram ve terim bulunmaktadır... Bunları okullarda,
bilhassa liselerde sıkı bir eğitim ile öğrenmeyen kimse lügata ve ansiklopediye
bakarak anlayıp öğrenemez.
Türkiye’den, Türkiyelilerden korkan, onların
gücünü kırmak isteyen dış düşmanlarımız birtakım gizli protokollarla dilimizi,
kültürümüzü, tarihimizi, kimliğimizi, sanatımızı darbelemişler,
darbeletmişlerdir.
İçeride veya dışarıda az buçuk tahsil
görmüş, ağzı laf götüren birtakım okur-yazarlarımız yazılarında, konuşmalarında
ilmî ve kültürel laflar etmektedir. Mesela meşruiyet kelimesini
kullanmaktadırlar. Bu kelimenin bir lugavî, bir de ıstılahî mânası vardır.
Sözlük mânasını bilenler olabilir ama, ıstılah olarak mânasını bilen kaç kişi
çıkar? İstenirse bir imtihan yapılabilir. Yüksek tahsil yapmış, kültürlü
sanılan yüz kişi toplanır, bunlar bir salona alınır, ellerine kağıt verilir ve
“Sayınlar, bir saat vaktiniz var, meşruiyet kavramı üzerine birer kompozisyon
yazacaksınız...” Sonra yazılı kağıtlar toplanır, uzman bir heyet tarafından
okunur ve not verilir. Acaba kaç kişi geçerli not alacaktır?
Gazetelerde, dergilerde, kitaplarda,
televizyonlarda zaman zaman birtakım kavramlar, terimler kullanılıyor. Bunların
çoğu ayağa düşmüştür. Devlet diyoruz, cumhuriyet diyoruz, laiklik, demokrasi,
hukukun üstünlüğü, insan hakları, yargı bağımsızlığı... daha yüzlerce kavram ve
terim kullanıyoruz. Bunların ne olduklarını, ne olmadıklarını doğru dürüst,
sağlam bir şekilde biliyor muyuz? Heyhat! Çoğumuz, yazımın başındaki elli
Türkçe cümle ezberlemiş yabancı gibi, papağan gibi, bulut arkası, kulaktan
dolma, dil alışkanlığı şeklinde bunları kullanmakta, anlamaktadır.
Satın aldığımız, çoğu yabancı dillerden
tercüme edilmiş yüksek düşünce, ilim, kültür kitaplarını nasıl okuyacağız ki,
onlarda geçen yüzlerce terimin ve kavramın mânalarını iyi bilmemekteyiz.
Gerçek, gerçeklik, objektif, sübjektif, jakoben, Guenon’cu, asabiyet (İbn
Haldun), sekülarizm (laiklikle arasında fark var mı?), paranoyak, şizofrenik.
İnsanlar cahilliklerini, kültürsüzlüklerini
konuşma lisanı ile gizleyebilirler ama yazılı lisanda bütün ayıplar,
eksiklikler meydana çıkar.
Televizyonda hararetli bir açık oturum
yapılıyor, mangalda kül bırakılmıyor... Bu açık oturumun, konuşulanların ciddî,
vasıflı, kıymetli olup olmadığını anlamak için onu yazıya çevirip yayınlamak
gerekir. Kıymetli mi, ciddî mi, ipe sapa gelir mi o zaman iyice ve açık bir
şekilde anlaşılır.
Bazen Türkçe metin kurtarır gibi görünür,
lakin onu mesela İngilizceye tercüme ettirip bastırırsanız kemali, yahut
sıradanlığı veya beş para etmezliği gün gibi tezahür eder.
İleri, medenî, güçlü ülkelerde vasıflı
okullar ve liseler vardır. Bu liselerin yirmi beş otuz kişiyi geçmeyen
sınıflarında en az beş öğrenci çok akıllı, çok çalışkan ve çok başarılıdır.
İşte bu beşte birler ileride yetişir ve o ülkenin kültür, edebiyat, sanat,
üniversite, medeniyet kadrolarını meydana getirirler. Bizde maalesef bu beşte
birler yetiştirilmemektedir. Ender-i nâdirattan, istisna olarak birkaç insan
yetişmektedir ki, onlar da şu yetmiş milyonluk ülkeye kâfi gelmemektedir.
İsterseniz bir imtihan daha yapalım: Lise
son sınıflarda okuyan yüz çocuğumuzu, lisan ve edebiyatımızın en büyük şâir ve
edibi olan Fuzulî konusunda sınava çekelim.
1. Fuzulî’den ezbere mısralar ve
beyitler okuyunuz.
2. Fuzulî’den bir gazel okuyup, onu
şerh ediniz.
3. Su kasidesinden ezberinizde olan
mısra ve beyitler var mıdır?
Kaç kişi geçer not alır dersiniz?
Geçenlerde genç bir edebiyat öğretmeni ile
tanıştım, kendisinden izin alarak ona “Fuzulî’den birkaç beyit ve mısra
okuyunuz...” dedim. Hiçbir şey okuyamadı!
Evet okur-yazar câhillik toplumumuzu kara
bulut gibi sarmıştır. İdeolojik mitolojilerin, hurafelerin kurbanı olmuşuzdur.
Edebî ve yazılı dilimizi yitirince aklımız da güdükleşmiştir.
Gönül, özel dershâneler açılmasını, akıllı
insanlarımızın buralara kayd olup, dersleri takip edip edebiyat, zengin Türkçe,
mantık, sanat tarihi ve kültürü, sosyoloji, antropoloji, lisaniyat konusunda
özet olsa da çok sağlam bilgiler edinmelerini temenni ediyor. Kimsenin böyle
şeylerde gözü yok. Toplumumuzun şimdi en büyük değeri paradır, ranttır.
MEHMET ŞEVKET EYGİ
2. AH TÜRKÇE VAH
TÜRKÇE
Devlet Plânlama Teşkilâtı’nın ilk defa
bindiğim asansöründe, insanları İngilizce olarak günaydın, iyi akşamlar gibi
sözlerle karşılayarak; yine aynı dilde ayı, günü ve saati bildiren elektronik
düzeneği görünce hayretler içinde kalmıştım. Ülkenin geleceğini “plânlayan” bir
kuruluşun ana dil üzerinde göstermediği hassasiyeti kimden bekleyebiliriz? Türk
Hava Yolları dergisinin adı bile İngilizce: “Skylife”. Yoksa bir süreden beri
devletin resmî dili Türkçe değil de, bizim mi haberimiz yok!
Türkçe’yi “klas”larına yakıştıramayan tuhaf
insanların sayısı büyük bir hızla artıyor. İki futbolcu; Ortaköy’de açtıkları
bara, bu semtin eski adını vermişler: “Arkeon”. Güneye doğru inerseniz, eski
Roma ve Yunan adlarının birer birer hortlatıldığını göreceksiniz. Özellikle
turistik bölgelerde Türkçe konuşmak ve işyerlerine Türkçe adlar vermek âdeta
ayıp görülmeye başlandı. Bu ne şaşkınlıktır! Bu ne gaflettir!
Suçlu Kim?
Eskiden “entel” taifesi çağdaşlığını
“öztürkçe” kullanarak “kanıt”lardı. Şimdilerde çağdaşlığın göstergesi
İngilizce. Meselâ adamlar tiyatro kurarlar, adı “Tiyatroskop”. Son zamanlarda
“happening”ler, “workshop”lar gırla gidiyor. Düşünün bir kere, gözlerini
Galleria’da açıp Fame City’de Pin Bowling, Skee Ball, Boom Ball, Whac-a -Mole,
Hoop Shot, Galaksie, Beat the Clock ve benzeri oyunlarla vakit geçiren ve
McDonald’s’ta yahut Kentucky Fried Chicken’da karınlarını doyuran bacaksızlar
büyüdüklerinde hâlimiz ne olacak?
Peki suçlu kim? Yeni nesillere ana dil
şuurunun kazandırılmasında ihmali olan herkes suçludur. Özellikle, Türkçe’nin
eski kültürle bütün bağlantılarını keserek Greko-Lâtin temeline dayalı Batı
kültürünün ve dünya görüşünün yüklenebileceği “nötr” bir dil meydana getirmek
isteyen, bunun için eski kelimeleri, dolayısıyla kelimelerin geçmişten bugüne
taşıdıkları kültürü ve ifade inceliklerini de satırdan geçiren aydınların
günahı büyüktür. Devletin bütün imkânlarını kullanarak, insanlara uydurma
kelimelerle konuşmanın “çağdaşlık”, “ilericilik” olduğunu telkin etmişlerdir.
Bu yüzden, zamanla, sadece kelimeler değil, deyim ve atasözleri bile yeni nesillere
bayat gelmeye başlamıştır. Hâlbuki dilin asıl zenginlikleri deyimler ve
kelimelerin ardındaki tıpkı buz dağlarının görünmeyen tecrübe birikimidir.
Öztürkçe yazdıklarını zanneden yazarlar şöyle bir gözden geçirilirse;
Türkçe’nin deyimsiz, nüansları ifade etmekten âciz bir dil hâline geldiği
görülecektir.
Türkçe Kıyımı
İşin gerçeği şudur: Birtakım aydınlar,
Türkçe’yi zenginleştirmek, Türkçe’de bulunmayan kavramlara, terimlere
karşılıklar bulmak yerine; yediden yetmişe herkesin anladığı ve kullandığı
kelimelere yeni karşılıklar uydurmuşlardır. İmkân’ı, ihtimal’i, şart’ı, sebep’i
ve daha yüzlercesini kitle iletişim vasıtalarını da arkalarına alarak dilden
kovmuşlar. Atılan her kelime ile birlikte nüansları gösteren kelimeler,
deyimler ve atasözleri de çöp sepetine gitmiştir. Şu anda çocuklarımıza
verebildiğimiz Türkçe, esperanto gibi sun’î, mekanik, ifade gücü alabildiğine
kısır, dudaklarımıza iğreti tutuşturulmuş, güç belâ konuştuğumuz bir dildir.
Böylesine yetersizleştirilen bir Türkçe’nin, yabancı bir dili çok iyi öğrenmiş
olanlara yetmemesi, yani yabancı kelimeleri davet etmesi tabiîdir. Bu bakımdan,
düşüncelerini daha iyi ifade etmek için yabancı kelimelere ihtiyaç duyanlar
olabilir. Ancak, Türk aydınlarının eski hastalıklarından birinin “Bihruz Bey”lik,
yani yabancı kelimeler kullanarak üstünlük taslamak olduğunu unutmamak gerekir.
Amerikan Aksanı
Son 10 yılda, özellikle İngilizce kelimeler
kullanmak, âdeta bir “statü” sembolü hâline getirildi. Kitle haberleşme
vasıtaları bu hastalığı salgına dönüştürmüştür. Fakat hiçbir devirde böyle bir
şuursuzluk yaşanmadı. Hatırlanacağı üzere, yabancı adlar önce dergilerde boy
gösterdi: Argos, Rapsodi, Strech, Hey Girl vb. Daha sonraları yabancı adlı
televizyonlar peydahlandı: Magic Box, Show TV, İnter Star, Flash TV vb. Yüksek
tirajlı gazetelerde Film Guide, TV Guide, Pozitif, Star, Teleskop gibi adlarla
ekler vermeye başladılar. Bu televizyonları seyredip bu gazeteleri okuyanlar,
eğer Türkçe konusunda hassas değillerse, eğer Millî Eğitim’in okullarında tarih
şuuru ve ana dil sevgisi edinmemişlerse ne yaparlar? Çocuklarına Melisa, Sem
gibi isimler verirler. O çocuklar da büyüyünce şimdi bazı özel radyolarda
konuşan ağabey ve ablaları gibi, kadük edilmiş bir Türkçe’yi üstelik Amerikan
aksanıyla konuşurlar. Geçmiş ola!
Demek ki Âşık
Paşa, altı yüz yıl önce değil de bugün yaşasaydı, yine aynı şeyi söyleyecekti:
“Türk Dili’ne kimesne bakmaz idi!”
BEŞİR
AYVAZOĞLU
AH TÜRKÇE, VAH
TÜRKÇE!
BÜTÜN vatansever, akıllı, şuurlu
Türkiyelilerin, hele bilhassa samimi Müslümanların "Güzel Türkçe Konuşma
ve Yazma" dersleri almaları gerektiğini düşünüyorum. Anadilimiz bizim en
büyük güç kaynağımızdır. Edebî zengin Türkçe bizim için sadece bir kültür
meselesi değil, aynı zamanda bir din ve mukaddesat meselesi ve konusudur.
Düşmanlarımız bizi yıkmak, çökertmek,
zayıflatmak, şuursuz hale getirmek, benliğimizden kopartıp yabancılaştırmak
için edebî-yazılı lisanımızı tahrip ettiler; o güzelim zengin ve engin Türkçeyi
bir kabile dili, bir Hotanto lehçesi haline getirmeye çalıştılar. Bizim
gafletlerimiz yüzünden de hayli başarılı oldular.
Edebî, kültürel, yazılı zengin dilini
kaybeden bir millet, millet olmaktan çıkar, yığınlaşır, sürüleşir ve sonunda
binbir zaaf ve hastalık içinde sersefil olur, perişan olur; hürriyetini
kaybeder, haysiyetini yitirir ve köleleşir.
Günlük iletişim ihtiyacımızı gidermek için
kullandığımız birkaç yüz kelimelik konuşma Türkçesi değildir bizim dilimiz.
Yazılı, edebî kültür Türkçesini bilmemiz, ona sahip çıkmamız gerekir.
Lise mezunu, üniversite mezunu, gerçekten
"okur-yazar" milyonlarca Türkiyelinin elinde zengin, geniş birer
Türkçe lügat kitabı bulunması gerekmez mi? Gerekir ama bizde böyle bir kitap
yoktur.Düşmanlarımız, sömürgeciler, Hiksos'lar bizi lisansız, lügatsız
bırakmışlardır.
Zengin bir Türkçe lügat kitabında en az yüz
bin kelime olmalıdır. Bütün kelime ve kavramların, edebiyatımızdan seçilmiş,
imzalı cümlelerle örnekleri verilmiş olmalıdır. Böyle bir lügata sahip
Türkiyeliler sık sık bunlara bakarak lisan ve edebiyat bilgi ve kültürlerini
tazelemeli, genişletmeli, ilerletmelidir.
Üç yüz kelimelik sokak ve pazar Türkçesiyle
alışveriş olur, yarenlik olur, meram anlatılabilir ama böyle bir Türkçe ile
medeniyet olmaz, kültür olmaz, edebiyat olmaz, incelik olmaz; köy olmaz, kasaba
olmaz.
Türkiye'nin sokak Türkçesine değil, kitap
Türkçesine ihtiyacı vardır.
Bu memlekette en az bir milyon vatandaşın
güzel, zengin, edebî Türkçeyi bilmesi, bu lisanla zaman zaman güzel konuşmalar
yapması, ahenkli yazılar yazması gerekir.
Bu ülkenin adı Türkiye'dir, burada yaşayan
halk Türkiye halkıdır. Zengin, edebî, yazılı Türkçe yitirilirse Türkiye de
elden gider.
Bizim ibadet dilimiz Arapçadır ama
Türkiye'de din kültürü, din heyecanı, din duygusu, din aşkı ve şevki ancak
güzel, edebî, zengin Türkçe ile yaşatılabilir, ayakta tutulabilir.
Türkiyeli din hocasının Arapçayı iyi bilmesi
yetmez, Türkçe'yi de iyi bilmesi gerekir. Fuzulî'yi okuyup anlayamayan hocaya
ben hoca demem. Ne Arapça'yı doğru dürüst biliyor, ne de Türkçe'yi... Böyle
hocalarla din ilerlemez, ümmet ilerleyip kurtulmaz.
Medyadaki Türkçe Türkçe değildir; gerçek
Türkçe'nin karikatürü veya müsveddesidir.
Yakup Kadri'nin, Halide Edib'in, Reşad
Nuri'nin, Ömer Seyfeddin'in romanlarının, hikayelerinin on yılda bir
sadeleştirildiği bir Türkiye batmış ve bitmiş bir Türkiye'dir.
Bu ülkeyi, bu halkı, bu devleti kurtarmak,
yüceltmek mi istiyorsunuz? O halde önce Türkçe'yi kurtarmaya ve yüceltmeye
bakınız.
Yeni ve iyi bir anayasa ile Türkiye
kurtulur... Hayır kurtulmaz. İyi bir hükümet memleketi, milleti, devleti
bataklıktan çıkartır... Hayır çıkartmaz. Önce lisan, sonra eğitim ve
üniversiteler, vasıflı Türkiyeliler yetiştirmek, muhtaç olduğumuz aklı ve beyni
bulmak... Bunlar hep lisanla olur.
Gencimiz fevkalade seviyede matematik ve fen
biliyormuş... Yetmez, yetmez, yetmez... Türkçesi ne kadardır, önce ona bakınız.
Senin ne miktarda edebî, yazılı, zengin
Türkçe bildiğini öğreneyim, ne mal olduğunu, dereceni ve rütbeni anlarım.
Çocuğum bilgisayar kursuna gitsin...
Bilgisayar bilmek elbette bir hüner ve marifettir ama önce Türkçe, ille
Türkçe...
Her taraf bilgisayar ve İngilizce
dershaneleriyle dolu. Lakin bir tek Edebî Türkçe Dersanesi yok.
Televizyonlara bakınız. Koca koca adamlar,
profesörler ıkına sıkına, bin zahmet ile konuşuyorlar. En kısa cümlelerde bile
dilbilgisi hatası yapıyorlar.Sanki geri zekalılara mahsus ilkel bir Türkçe ile
konuşuyorlar.
Bazı yazarlarımıza bakınız. Kısa kısa, adeta
telgraf diliyle, şizofrenik ve kopuk kopuk yazabiliyorlar. Seviye düşük, çok
düşük...
Geçen gün üniversite öğrencisi bir genç
sordu:
– Hocam sizin isminiz "v" ile mi,
"f" ile mi yazılıyor?..
Genç nesiller şefkati "v" ile okuyup
yazıyor...
Gazetelerdeki ilanlara bakınız: "Her
türlü konfora haiz..."
Ünlemlerle, homurtu ve böğürtülerle,
iniltilerle ve sızıltılarla konuşmaya çalışan yığınlar...
Bir ülkeyi sömürgeleştirmek, bir milleti
köleleştirmek için ille de ordularla saldırmak, onu kan ve ateşle yere sermek
gerekmez. Dilini kesersin, lisanını yozlaştırırsın, yeter...
Yazık ki, milliyetçi, Türkçü, dindar,
İslâmcı geçinen kesimin gündeminde "zengin, yazılı, edebî lisan" diye
bir madde yok. Biz ucuz kurtuluş reçeteleri ile kendimizi aldatıyoruz.
Dünyada hangi devlet, hangi medeniyet, hangi
kültür; arı, duru, sade suya tirit, özleştirilmiş, uyduruk, fakir, yüz bin
kelimeden yirmi bine düşürülmüş bir dille ayakta kalabilmiştir?
Ülkemizde bir lisan kıyımı ve faciası olmuş
da haberimiz yok, umurumuzda değil.
iyi günler bir araştırmamda buradan alıntı yaptım ama yazar ismi yok,yardımcı olur musunuz?
YanıtlaSilBu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil