16 Eylül 2011

DEYİMLERİN ÖYKÜSÜ


AKLA KARAYI SEÇMEK
(Bir işin üstesinden gelene kadar çok zorluk çekmek, güçlükle başarmak)
Dinimize göre, sabah namazının kılınma vakti, güneş doğuncaya kadar geçerlidir. Ortalık ağarmaya başlayıp da ak iplik ile kara iplik birbirinden seçilinceye kadar sabah namazı kılma süresi devam eder. Ağır hastalar bütün gece sancı ve ızdırap içinde kıvranarak uyuyamadıklarından, sabahı zor ederler.

AVUCUNU YALA

(‘Beklediğin olmadı; umduğunu bulamadın’ anlamında kullanılan bir deyim.)
Bu deyim, kışın karlı ve soğuk havalarda inine kapanarak, tabanlarının altını yalamak suretiyle karın doyurmaya uğraşan ayıların hareketinden alınmadır.
Çünkü ayılar kışın arasa da yiyecek bulamaz hareket edecek olsa da, boşuna enerji tüketmiş olur. Bunu iyi bilen ayılar kış uykusuna yatar. Ayağını yalamakla yetinir yazın gelmesini bekler. Başka yapacak bir şeyi yoktur.

AĞZINDAN BAKLAYI ÇIKARMAK

( Sabrı tükenip, o zamana kadar söylemediğini söyleyivermek anlamında bir deyim.)
Eski zamanlarda çok küfürbaz bir adam varmış. Memleketin müftüsü bu adamı çağırıp sık sık nasihat edermiş.
Küfür edeceği sırada aklına gelip, vazgeçmesi için de ağzında bir bakla tanesi tutmasını önermiş.
Bir gün yine müftü efendi bu adama nasihat ederken, münasebetsizin biri içeri girmiş ve müftüye sormuş:
-Müftü efendi, sağdıcım öldü. Bana mirasının kaçta kaçı isabet eder?
Canı sıkılan müftü, küfürbaza dönmüş:
-Çıkar ağzından şu baklayı da, bu herife gerekli cevabı kendi usulüne göre sen ver, demiş.

AYIKLA PİRİNCİN TAŞINI

(Bir zorluğu çözümlerken, bir engeli ortadan kaldırmaya çalışırken bazen hiç beklenmedik sürpriz olaylar çıkar ve daha büyük engeller karşınıza dikilir. Böyle durumlarda bu deyim kullanılır.)
Deyimin öyküsü Osmanlı tarihine dayanır. Yavuz Sultan Selimin Yemen’i Osmanlı topraklarına katmasından bir süre sonra Yemen’de isyan çıkmış, uzun uğraşmalar sonunda Yemen Fatihi Sinan Paşa duruma hakim olmuş; Yemen bundan sonra 400 yıl Osmanlı egemenliğinde kalmıştı.
Söylentiye göre Sinan Paşanın askerleri bir gün çölde konaklamış. Yemek pişirmek üzere hasır torbalar içindeki mısır pirinçlerini yere serdikleri büyük bir çadırın üstüne dökmüş ve taşlarını ayıklamaya başlamışlar.
Bu sırada bir fırtına çıkmış ve rüzgarın savurduğu bir kum bulutu pirinçlerin üstüne inerek, ufak bir tümsek halinde yığılmış.
Kumların altında kalan pirinçlere bakakalan yeniçeriler arasından şakacı bir asker, arkadaşlarına:
-Biz Allah’ın nimetini taşlı diye beğenmiyorduk, bizim gibi günahkar kullara üç beş taş az bile gelir. Asıl şimdi ayıklayın bakalım pirincin taşını. Ulu tanrımız, Kabe’ye hücum eden fil sahiplerinin başına ebabil kuşlarından taş yağdırmıştı. Bizim başımıza da daha büyük taş yağdırmadan hemen tövbe edelim, diyerek arkadaşlarını güldürmüş.

İPE UN SERMEK

(İstenilen işi yapmamak için çeşitli bahaneler uydurmak, güç koşullar öne sürmek, güçlük çıkarmak anlamında bir deyim.)
Nasreddin Hoca’nın, aldığını bir türlü geri vermeyen ya da kırık dökük, delik, kopuk, sakat olarak geri getiren bir komşusu Hoca’dan bir gün urgan ister. Hoca da ‘Bizim hanım biraz evvel urganın üzerine un serdi, veremeyiz.’ Der. Komşusu güler;’Aman hocam, hiç urgan üstüne un durur mu, ipe un serilir mi?’ diye sorunca, Hoca cevabı yapıştırır. ‘Neden serilmesin. Vermeye gönlüm olmayınca, ipe un da serilir elbet.’

FOYASI MEYDANA ÇIKTI

(Aslı astarı araştırıldı, hilesi meydana çıktı anlamında bir deyim.)
Kuyumcular süs eşyalarında kullandıkları elmasların arkasına, ‘foya’ denilen bir madde sürer, ayna gibi, ışığı yansıtarak, daha çok parlamasını sağlarlar.
Zamanla bu foya dökülür, taş da eski parlaklığını yitirir. Buna foyası çıkmış derler. Bunun gibi, hilekar kişilerin yalanları ortaya çıkınca, aynı deyim kullanılır.

ELİNE SU DÖKEMEZ

(İki kişiyi karşılaştırırken, daha önemsiz, değersiz, yeteneksiz, geri   gördüğümüz kişi için, ‘ötekinin eline su bile dökemez deyimini kullanırız.

Eskiden, namaz abdesti alınırken, abdest alan kişi, bir usta ise, çırakları, kalfaları, Medrese hocası ise mollaları, öğretmen ise öğrencileri, eline ibrikle su dökerek abdest almasına yardımcı olurlardı.
Böyle önemli bir kişinin eline, yolu yordamınca, ibrikten su dökmek için, o kişiye biraz yakın olmak, onun yanında iyi kötü bir yer almış bulunmak gerekirdi. Yoksa her önüne gelenin yapacağı iş değildi.
İşte bu nedenle, iki değerli kişi ölçülürken, bilgisi, yeteneği, zekası daha az olan için, bu deyim kullanılır.

ATEŞ ALMAĞA MI GELDİN?

(Ziyaretini çok kısa tutan ,gelir gelmez gitmeye kalkan kişiye söylenen, ‘çok çabuk gidiyorsun’ anlamında bir deyim.)
Eskiden kibrit yokmuş. Ateş sönünce, ateş küreği ile komşuya gidilir, bir parça ateş alınırmış.
Ateş almak için komşuya geçen kadınlar, kürekteki ateş sönmesin diye oturup çene çalamazlar ve acele ederlermiş.
Kapıdan içeri girmeyerek, kısa bir konuşmadan sonra gitmek isteyen ziyaretçilere:
-Ateş almaya mı geldin? denmesi de işte bu devirlerden kalmadır.

ÇİL YAVRUSU GİBİ DAĞILMAK

(Topluluk halinde bulunan insanların, hayvanların her birinin bir yana dağılması anlamında bir deyim.)
Keklik kuşunun bir adı da çildir. Tüylerindeki benekler yüzünden bu isim verilmiştir. Dişi keklik yavru çıkarınca, onlarla hiç ilgilenmez, kendi başlarına bırakır. Yumurtadan çıkan yavrular, seke seke çevreye dağıldıklarından, sözün buradan kaynaklandığı söylenebilir.

ÇİZMEDEN YUKARI ÇIKMAK

(Bilmediği işe, yetkisi dışındaki konuya karışmak anlamında bir deyim.)
19.yüzyılda, Fransız ressamlarından Delacroix Paris’te bir resim sergisi açmıştı. Sergiyi gezenlerden bir kişi, büyükçe bir şövalye tablosunun önünde uzun süre durarak, yakından uzaktan ciddi ciddi seyreder, beğenmediğini belirten bir biçimde de başını sallarmış. Bu durum ilgisini çeken ressam yanına gelerek sormuş.
-Bu tablo ile çok ilgilendiğiniz belli oluyor.
-Evet demiş adam. Şövalyenin çizmesindeki körük kıvrımlarında hatalar var.
-Pekiyi nasıl anladınız, işiniz bu mu?
-Ben kunduracıyım, çizme dikerim. deyince ressam hemen tuvalini ve boyalarını getirerek adamın söylediği biçimde çizmeyi düzeltmiş ve gerçekten daha iyi olduğunu görmekten memnun olarak adama teşekkür etmiş. Fakat adam yine tablonun başından ayrılmadan, bu kez de şövalyenin pantolonunda ve kemerinde de hatalar olduğunu belirtince bu çok bilmişliğe dayanamayan ressam,
-Bak dostum demiş, sen kunduracısın, çizmeden yukarı çıkma!

ÇAM DEVİRMEK , POT KIRMAK

(Başkalarını kızdıracak, üzecek, gereksiz, münasebetsiz söz söyleme anlamında bir deyim.)
Zengin bir adamın, Göztepe Erenköy taraflarında, sekiz on dönüm bahçeli, büyük bir köşkü varmış.
Adam bu bahçenin bir köşesine bir bina daha yaptırmaya karar vermiş.
Eski binalar hep ahşap yapıldığı için, gereken keresteyi tomruk halinde getirtmiş ve inşaat yaptıracağı yere istif ettirmiş.
Bu tomrukların içinde çam, gürgen, meşe ve ceviz ağaçları da bulunuyormuş. Sayfiye mevsimi olmadığı için Nişantaşı’ndaki konağında oturan zengin adam bir sabah, köşküne gitmiş ve köşkün saf bekçisine emir vermiş:
-Bir hızarcı bul, bahçedeki ağaçların arasındaki çamları biçtir, tahta ve kalas yaptır demiş.
Saf uşak da efendisinin emri üzerine hızarcıları bulmuş. Çam tomrukları yerine, köşkün bahçesinde ne kadar kıymetli çam ağacı varsa kestirip devirmiş. Bu akılsız uşağın adı, çam deviren uşak kalmış.


BİR ÇUVAL İNCİRİ BERBAT ETMEK

(Yanlış bir davranış veya sözle, olumlu giden bir işi bozmak anlamında bir deyim.)
İncir satılmak üzere hazırlanırken, içlerinde çürük, kurtlu, hastalıklı olanlar ayrılır. İyi ayıklanmaz da içlerinde kurtlu, çürük olanlar kalırsa, ötekileri de bozar, çürütür.
İyi ayıklanmayan bir iki çürük incirin, bir çuval inciri bozduğu gibi, bir toplulukta bir kişinin ağzından çıkan münasebetsiz, gereksiz bir söz de, topluluğun neşesini kaçırır, keyfini bozar.

BAL MUMU YAPIŞTIRMAK

(Yapılacak bir işi unutmamak için kullanılan mecazi bir deyim.)
Bizler, mahalle mektebinde okurken, kitapta, dersimizin yarım kaldığı satırın başına, nohut veya mercimek kadar bir balmumu yapıştırır, ertesi ders, oradan devam ederdik.
Bu balmumu, dersimizin nerede kaldığını unutmamak için bir işaretti.
Günlük yaşamda da önemli olayları kastederek,’unutmamak için balmumu yapıştırdım’ sözünü mecazi olarak kullanırız.

ELİ  KULAĞINDA

(Hemen, az sonra beklenen işler için kullanılan bir deyim.)
İslamiyet’in ilk yıllarında ezan okunurken. Mekkeli müşrikler(inanmayanlar) alay ettikleri ve okuyanı şaşırttıkları için, ilk müezzin Bilal Habeşi, elleri ile kulaklarını tıkayarak okurdu. Birisi yanındakine, ‘Ezan okundu mu?’ diye sorduğu zaman, eğer ezan çok yakın ise, diğeri şöyle cevap verir:’Hayır okunmadı ama, eli kulağında’ Olması çok yakın işler için hemen, eli kulağında gibi sözlerin kullanılması buradan kalmıştır.

DEVLET KUŞU KONMAK

(Deyimin kullanıldığı söz gelişi: Beklenmeyen, büyük, önemli kısmet; şans.)
Bir rivayete göre, vaktiyle İran’da hükümdarlar öldüğü zaman, bütün şehir halkı sarayın önündeki meydanda toplanırmış. Sarayın balkonundan, adına devlet kuşu denilen bir kuş uçurulur, kimin başına konarsa, o adam ülkeye hükümdar olurmuş.
Gerçi tarihte, gerek İsa’dan önce İran’da yaşayan Medler ve Persler, gerek İsa’dan sonra yaşayan kavimler zamanında, böyle garip bir yolla hükümdar seçildiğini gösterir bir kayıt yoktur; üstelik böyle bir seçim yapılmış olması, mantığa da uygun düşmemektedir. Ama hak etmediği yerlere, şans eseri gelenler için, ‘başına devlet kuşu kondu’ denmesi, yukarıda sözü edilen masaldan gelmiş olsa, yerinde ve anlamlı bir sözdür.

DİMYAT’A PİRİNCE GİDERKEN EVDEKİ BULGURDAN OLMAK

(Daha fazla kazanacağını daha iyisini elde edeceğini umarken, elindekinden olmak anlamında bir deyim.)
Dimyat Mısır’da Süveyş Kanalı ağzında ve Portsait yakınlarında bir iskeledir. Eskiden Mısır’ın meşhur pirinçleri, ince hasırdan örülmüş torbalar içinde buradan Türkiye’ye gelirdi.
Dimyad’a pirinç almaya giden bir Türk tüccarının bindiği gemi Akdeniz’de Arap korsanları tarafından soyulmuş ve adamcağızın kemerindeki bütün altınlarını almışlar.
Binbir müşkülât içinde Türkiye’ye dönen pirinç tüccarı o yıl iflas etmek durumuna düşmüş. İstanbul’dan kalkmış memleketi olan Karaman’a gitmiş. O sene tarlasından kalkan buğdayları da bulgur tüccarlarına sattığından, kendi ev halkı kışın bulgursuz kalmışlar. Dimyad’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak sözünün aslı buradan kalmıştır.

DOSTLAR ALIŞVERİŞTE GÖRSÜN

(Aslında doğru dürüst bir işle meşgul değilken, öyleymiş gibi göstermek; boş durmamak için yapılan, fazla kârı olmayan işler hakkında söylenen bir deyim.)
Nasreddin Hoca, yumurtanın sekizini bir akçeye alır, dokuzunu bir akçeye satarmış.
Hoca’nın bu acayip ticaretini görenler, nedenini sormuşlar. Hoca da cevaben:
-Dostlar alışverişte görsün... demiş.


ÇATTIK BELAYA MÜSTEFİLATUN

(Çapraşık, içinden çıkılması kolay olmayacağı anlaşılan bir durumla karşılaşıldığını anlatan bir deyim.)
Vaktiyle İzmir lisesinde edebiyat sınavına giren bir öğrenciden, müstefilatun vezninde bir kelime söylemesini istemişler.
Çocuk düşünmüş, bir türlü bulamamış. ‘Çattık belaya müstefilatun’ diye mırıldanıyormuş. Öğretmenlerden birinin kulağına gitmiş. ‘Ne dedin, ne dedin? Bir daha söyle’ demiş. Zavallı öğrenci bir kabahat işlediğini sanarak: ‘Yok efendim, ben bir şey demedim’ deyince, gülmüşler: ‘Oğlum, işte buldun, (çattık belaya) kelimesi müstefilatun veznindedir.’ diye, iyi not vermişler.

ATEŞ PAHASI

(Çok pahalı anlamında kullanılan bir deyim.)
Kanuni Sultan Süleyman, adamlarıyla avlanmaya çıkmış. İstanbul çevresinde avlanırken oldukça uzaklaşmışlar. Hava birden bozmuş ve çok şiddetli bir yağmura tutulmuşlar. Islanmış ve üşümüş olarak bir kömürcü kulübesine sığınmışlar. Her ne kadar kendilerini tanıtmak istemeseler de kömürcü işi anlamış. Bunlara hemen bol ateş yakmış, ısıtmış, sıcak bir şeyler ikram etmiş. Gidecekleri sırada, Sultan Süleyman, kömürcüye ateş yaktığından dolayı kaç para borçları olduğunu sormuş. O da:
-‘Bin altın’ demiş.
Parayı çok fazla bulan veziri:
-‘Bu ateşin ücreti çok pahalı’ demesi üzerine padişah:
-‘Bu ateş deydi pahasını da verin’ demesi üzerine bu deyim ‘ateş pahası’ olarak dilimize yadigar kalmıştır.

EŞEK SUDAN GELİNCEYE KADAR DÖVMEK

(Adamakıllı dövmek anlamında kullanılan bir deyim.)
Balkan Harbi sıralarında cephedeki bir askeri birlikte su ihtiyacını her bölüğün saka neferleri temin ederdi.
O zamanlar, mekkare katırlarından başka adına karanfil kolu denilen, merkepli nakliye kolları da vardı. Her bölüğe de bir merkep tahsis edilmiş. Saka neferleri bu eşeklere yükledikleri fıçılarla, ordugâha yarım saat uzaklıktaki bir pınardan su taşırlarmış.
Bölüklerden birisinin saka neferi çok saf ve tembel imiş. Bir gün pınar başında yatmış, uyumuş. Eşek de çimenler üzerinde otlarken uzaklara gitmiş.
Uyandığı zaman akşam olmak üzere imiş. Merkebi aramış, bulamamış. Koşarak bölüğe gelmiş. Susuzluktan kıvranan bölüğün çavuş ve onbaşıları sakayı yakaladıkları gibi, bölük kumandanı alaylı yüzbaşının karşısına çıkarmışlar.
Çok sert ve aksi bir adam olan yüzbaşı saka neferini sorguya çekmiş. Neticede uyuduğunu ve eşeğini kaçırdığını öğrenince, hemen etrafa atlılar çıkarıp eşeği aratmaya göndermiş. Sakayı da çadırın direğine bağlayıp başlamış dayak atmaya. Can acısı ile avaz avaz bağıran saka:
-Aman yüzbaşım, ölüyorum, bir daha uyumayacağım. Artık dövme! diye yalvardıkça, yüzbaşı:
-Acele etme, daha eşek bulunamadı. Eşek sudan gelinceye kadar dayak yiyeceksin ki bir daha eşeğine sahip olup, muharebe yerinde, vazife başında uyumayacaksın... demiş.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder