AKLA KARAYI
SEÇMEK
(Bir işin
üstesinden gelene kadar çok zorluk çekmek, güçlükle başarmak)
Dinimize göre, sabah namazının kılınma
vakti, güneş doğuncaya kadar geçerlidir. Ortalık ağarmaya başlayıp da ak iplik
ile kara iplik birbirinden seçilinceye kadar sabah namazı kılma süresi devam
eder. Ağır hastalar bütün gece sancı ve ızdırap içinde kıvranarak
uyuyamadıklarından, sabahı zor ederler.
AVUCUNU YALA
(‘Beklediğin olmadı; umduğunu
bulamadın’ anlamında kullanılan bir deyim.)
Bu deyim, kışın karlı ve soğuk
havalarda inine kapanarak, tabanlarının altını yalamak suretiyle karın
doyurmaya uğraşan ayıların hareketinden alınmadır.
Çünkü ayılar kışın arasa da yiyecek
bulamaz hareket edecek olsa da, boşuna enerji tüketmiş olur. Bunu iyi bilen
ayılar kış uykusuna yatar. Ayağını yalamakla yetinir yazın gelmesini bekler.
Başka yapacak bir şeyi yoktur.
AĞZINDAN BAKLAYI ÇIKARMAK
( Sabrı tükenip, o zamana kadar
söylemediğini söyleyivermek anlamında bir deyim.)
Eski zamanlarda çok küfürbaz bir adam varmış. Memleketin müftüsü bu adamı
çağırıp sık sık nasihat edermiş.
Küfür edeceği sırada aklına gelip,
vazgeçmesi için de ağzında bir bakla tanesi tutmasını önermiş.
Bir gün yine müftü efendi bu adama
nasihat ederken, münasebetsizin biri içeri girmiş ve müftüye sormuş:
-Müftü efendi, sağdıcım öldü. Bana
mirasının kaçta kaçı isabet eder?
Canı sıkılan müftü, küfürbaza dönmüş:
-Çıkar ağzından şu baklayı da, bu
herife gerekli cevabı kendi usulüne göre sen ver, demiş.
AYIKLA PİRİNCİN TAŞINI
(Bir zorluğu çözümlerken, bir engeli
ortadan kaldırmaya çalışırken bazen hiç beklenmedik sürpriz olaylar çıkar ve
daha büyük engeller karşınıza dikilir. Böyle durumlarda bu deyim kullanılır.)
Deyimin öyküsü Osmanlı tarihine
dayanır. Yavuz Sultan Selimin Yemen’i Osmanlı topraklarına katmasından bir süre
sonra Yemen’de isyan çıkmış, uzun uğraşmalar sonunda Yemen Fatihi Sinan Paşa
duruma hakim olmuş; Yemen bundan sonra 400 yıl Osmanlı egemenliğinde kalmıştı.
Söylentiye göre Sinan
Paşanın askerleri bir gün çölde konaklamış. Yemek pişirmek üzere hasır torbalar
içindeki mısır pirinçlerini yere serdikleri büyük bir çadırın üstüne dökmüş ve
taşlarını ayıklamaya başlamışlar.
Bu sırada bir fırtına çıkmış ve
rüzgarın savurduğu bir kum bulutu pirinçlerin üstüne inerek, ufak bir tümsek
halinde yığılmış.
Kumların altında kalan pirinçlere
bakakalan yeniçeriler arasından şakacı bir asker, arkadaşlarına:
-Biz Allah’ın nimetini taşlı diye
beğenmiyorduk, bizim gibi günahkar kullara üç beş taş az bile gelir. Asıl şimdi
ayıklayın bakalım pirincin taşını. Ulu tanrımız, Kabe’ye hücum eden fil
sahiplerinin başına ebabil kuşlarından taş yağdırmıştı. Bizim başımıza da daha
büyük taş yağdırmadan hemen tövbe edelim, diyerek arkadaşlarını güldürmüş.
İPE UN SERMEK
(İstenilen işi yapmamak için çeşitli
bahaneler uydurmak, güç koşullar öne sürmek, güçlük çıkarmak anlamında bir
deyim.)
Nasreddin Hoca’nın, aldığını bir türlü
geri vermeyen ya da kırık dökük, delik, kopuk, sakat olarak geri getiren bir
komşusu Hoca’dan bir gün urgan ister. Hoca da ‘Bizim hanım biraz evvel urganın
üzerine un serdi, veremeyiz.’ Der. Komşusu güler;’Aman hocam, hiç urgan üstüne
un durur mu, ipe un serilir mi?’ diye sorunca, Hoca cevabı yapıştırır. ‘Neden
serilmesin. Vermeye gönlüm olmayınca, ipe un da serilir elbet.’
FOYASI
MEYDANA ÇIKTI
(Aslı astarı araştırıldı, hilesi
meydana çıktı anlamında bir deyim.)
Kuyumcular süs eşyalarında
kullandıkları elmasların arkasına, ‘foya’ denilen bir madde sürer, ayna gibi,
ışığı yansıtarak, daha çok parlamasını sağlarlar.
Zamanla bu foya dökülür, taş da eski
parlaklığını yitirir. Buna foyası çıkmış derler. Bunun gibi, hilekar kişilerin
yalanları ortaya çıkınca, aynı deyim kullanılır.
ELİNE SU DÖKEMEZ
(İki kişiyi karşılaştırırken,
daha önemsiz, değersiz, yeteneksiz, geri
gördüğümüz kişi için, ‘ötekinin eline su bile dökemez deyimini
kullanırız.
Eskiden, namaz
abdesti alınırken, abdest alan kişi, bir usta ise, çırakları, kalfaları,
Medrese hocası ise mollaları, öğretmen ise öğrencileri, eline ibrikle su
dökerek abdest almasına yardımcı olurlardı.
Böyle önemli bir kişinin eline, yolu
yordamınca, ibrikten su dökmek için, o kişiye biraz yakın olmak, onun yanında
iyi kötü bir yer almış bulunmak gerekirdi. Yoksa her önüne gelenin yapacağı iş
değildi.
İşte bu nedenle, iki değerli kişi
ölçülürken, bilgisi, yeteneği, zekası daha az olan için, bu deyim kullanılır.
ATEŞ ALMAĞA
MI GELDİN?
(Ziyaretini çok kısa tutan ,gelir
gelmez gitmeye kalkan kişiye söylenen, ‘çok çabuk gidiyorsun’ anlamında bir
deyim.)
Eskiden kibrit yokmuş. Ateş sönünce,
ateş küreği ile komşuya gidilir, bir parça ateş alınırmış.
Ateş almak için komşuya
geçen kadınlar, kürekteki ateş sönmesin diye oturup çene çalamazlar ve acele
ederlermiş.
Kapıdan içeri girmeyerek, kısa bir
konuşmadan sonra gitmek isteyen ziyaretçilere:
-Ateş almaya mı geldin? denmesi de işte
bu devirlerden kalmadır.
ÇİL YAVRUSU
GİBİ DAĞILMAK
(Topluluk halinde bulunan insanların,
hayvanların her birinin bir yana dağılması anlamında bir deyim.)
Keklik kuşunun bir adı da çildir.
Tüylerindeki benekler yüzünden bu isim verilmiştir. Dişi keklik yavru
çıkarınca, onlarla hiç ilgilenmez, kendi başlarına bırakır. Yumurtadan çıkan
yavrular, seke seke çevreye dağıldıklarından, sözün buradan kaynaklandığı
söylenebilir.
ÇİZMEDEN
YUKARI ÇIKMAK
(Bilmediği işe, yetkisi dışındaki
konuya karışmak anlamında bir deyim.)
19.yüzyılda, Fransız ressamlarından
Delacroix Paris’te bir resim sergisi açmıştı. Sergiyi gezenlerden bir kişi,
büyükçe bir şövalye tablosunun önünde uzun süre durarak, yakından uzaktan ciddi
ciddi seyreder, beğenmediğini belirten bir biçimde de başını sallarmış. Bu
durum ilgisini çeken ressam yanına gelerek sormuş.
-Bu tablo ile çok ilgilendiğiniz belli
oluyor.
-Evet demiş adam. Şövalyenin
çizmesindeki körük kıvrımlarında hatalar var.
-Pekiyi nasıl anladınız, işiniz bu mu?
-Ben kunduracıyım, çizme dikerim.
deyince ressam hemen tuvalini ve boyalarını getirerek adamın söylediği biçimde
çizmeyi düzeltmiş ve gerçekten daha iyi olduğunu görmekten memnun olarak adama
teşekkür etmiş. Fakat adam yine tablonun başından ayrılmadan, bu kez de
şövalyenin pantolonunda ve kemerinde de hatalar olduğunu belirtince bu çok
bilmişliğe dayanamayan ressam,
-Bak dostum demiş, sen kunduracısın,
çizmeden yukarı çıkma!
ÇAM DEVİRMEK
, POT KIRMAK
(Başkalarını kızdıracak, üzecek,
gereksiz, münasebetsiz söz söyleme anlamında bir deyim.)
Zengin bir adamın, Göztepe Erenköy
taraflarında, sekiz on dönüm bahçeli, büyük bir köşkü varmış.
Adam bu bahçenin bir köşesine bir bina
daha yaptırmaya karar vermiş.
Eski binalar hep
ahşap yapıldığı için, gereken keresteyi tomruk halinde getirtmiş ve inşaat
yaptıracağı yere istif ettirmiş.
Bu tomrukların içinde çam, gürgen,
meşe ve ceviz ağaçları da bulunuyormuş. Sayfiye mevsimi olmadığı için
Nişantaşı’ndaki konağında oturan zengin adam bir sabah, köşküne gitmiş ve
köşkün saf bekçisine emir vermiş:
-Bir hızarcı bul, bahçedeki ağaçların
arasındaki çamları biçtir, tahta ve kalas yaptır demiş.
Saf uşak da efendisinin emri üzerine
hızarcıları bulmuş. Çam tomrukları yerine, köşkün bahçesinde ne kadar kıymetli
çam ağacı varsa kestirip devirmiş. Bu akılsız uşağın adı, çam deviren uşak
kalmış.
BİR ÇUVAL
İNCİRİ BERBAT ETMEK
(Yanlış bir davranış veya sözle,
olumlu giden bir işi bozmak anlamında bir deyim.)
İncir satılmak üzere hazırlanırken,
içlerinde çürük, kurtlu, hastalıklı olanlar ayrılır. İyi ayıklanmaz da
içlerinde kurtlu, çürük olanlar kalırsa, ötekileri de bozar, çürütür.
İyi ayıklanmayan bir iki çürük
incirin, bir çuval inciri bozduğu gibi, bir toplulukta bir kişinin ağzından
çıkan münasebetsiz, gereksiz bir söz de, topluluğun neşesini kaçırır, keyfini
bozar.
BAL MUMU
YAPIŞTIRMAK
(Yapılacak bir işi unutmamak için
kullanılan mecazi bir deyim.)
Bizler, mahalle mektebinde okurken,
kitapta, dersimizin yarım kaldığı satırın başına, nohut veya mercimek kadar bir
balmumu yapıştırır, ertesi ders, oradan devam ederdik.
Bu balmumu, dersimizin nerede
kaldığını unutmamak için bir işaretti.
Günlük yaşamda da önemli olayları
kastederek,’unutmamak için balmumu yapıştırdım’ sözünü mecazi olarak
kullanırız.
ELİ KULAĞINDA
(Hemen, az sonra beklenen işler için
kullanılan bir deyim.)
İslamiyet’in ilk yıllarında ezan
okunurken. Mekkeli müşrikler(inanmayanlar) alay ettikleri ve okuyanı
şaşırttıkları için, ilk müezzin Bilal Habeşi, elleri ile kulaklarını tıkayarak
okurdu. Birisi yanındakine, ‘Ezan okundu mu?’ diye sorduğu zaman, eğer ezan çok
yakın ise, diğeri şöyle cevap verir:’Hayır okunmadı ama, eli kulağında’ Olması
çok yakın işler için hemen, eli kulağında gibi sözlerin kullanılması buradan
kalmıştır.
DEVLET KUŞU KONMAK
(Deyimin kullanıldığı söz gelişi:
Beklenmeyen, büyük, önemli kısmet; şans.)
Bir rivayete göre, vaktiyle İran’da
hükümdarlar öldüğü zaman, bütün şehir halkı sarayın önündeki meydanda
toplanırmış. Sarayın balkonundan, adına devlet kuşu denilen bir kuş uçurulur,
kimin başına konarsa, o adam ülkeye hükümdar olurmuş.
Gerçi tarihte, gerek İsa’dan önce
İran’da yaşayan Medler ve Persler, gerek İsa’dan sonra yaşayan kavimler
zamanında, böyle garip bir yolla hükümdar seçildiğini gösterir bir kayıt
yoktur; üstelik böyle bir seçim yapılmış olması, mantığa da uygun düşmemektedir.
Ama hak etmediği yerlere, şans eseri gelenler için, ‘başına devlet kuşu kondu’
denmesi, yukarıda sözü edilen masaldan gelmiş olsa, yerinde ve anlamlı bir
sözdür.
DİMYAT’A
PİRİNCE GİDERKEN EVDEKİ BULGURDAN OLMAK
(Daha fazla kazanacağını daha iyisini
elde edeceğini umarken, elindekinden olmak anlamında bir deyim.)
Dimyat Mısır’da Süveyş Kanalı ağzında
ve Portsait yakınlarında bir iskeledir. Eskiden Mısır’ın meşhur pirinçleri,
ince hasırdan örülmüş torbalar içinde buradan Türkiye’ye gelirdi.
Dimyad’a pirinç almaya giden bir Türk
tüccarının bindiği gemi Akdeniz’de Arap korsanları tarafından soyulmuş ve
adamcağızın kemerindeki bütün altınlarını almışlar.
Binbir müşkülât içinde Türkiye’ye
dönen pirinç tüccarı o yıl iflas etmek durumuna düşmüş. İstanbul’dan kalkmış
memleketi olan Karaman’a gitmiş. O sene tarlasından kalkan buğdayları da bulgur
tüccarlarına sattığından, kendi ev halkı kışın bulgursuz kalmışlar. Dimyad’a
pirince giderken evdeki bulgurdan olmak sözünün aslı buradan kalmıştır.
DOSTLAR
ALIŞVERİŞTE GÖRSÜN
(Aslında doğru dürüst bir işle meşgul
değilken, öyleymiş gibi göstermek; boş durmamak için yapılan, fazla kârı
olmayan işler hakkında söylenen bir deyim.)
Nasreddin Hoca, yumurtanın sekizini
bir akçeye alır, dokuzunu bir akçeye satarmış.
Hoca’nın bu acayip ticaretini
görenler, nedenini sormuşlar. Hoca da cevaben:
-Dostlar alışverişte görsün... demiş.
ÇATTIK
BELAYA MÜSTEFİLATUN
(Çapraşık, içinden çıkılması kolay
olmayacağı anlaşılan bir durumla karşılaşıldığını anlatan bir deyim.)
Vaktiyle İzmir lisesinde edebiyat
sınavına giren bir öğrenciden, müstefilatun vezninde bir kelime söylemesini
istemişler.
Çocuk düşünmüş, bir türlü bulamamış.
‘Çattık belaya müstefilatun’ diye mırıldanıyormuş. Öğretmenlerden birinin
kulağına gitmiş. ‘Ne dedin, ne dedin? Bir daha söyle’ demiş. Zavallı öğrenci
bir kabahat işlediğini sanarak: ‘Yok efendim, ben bir şey demedim’ deyince,
gülmüşler: ‘Oğlum, işte buldun, (çattık belaya) kelimesi müstefilatun
veznindedir.’ diye, iyi not vermişler.
ATEŞ PAHASI
(Çok pahalı anlamında kullanılan bir
deyim.)
Kanuni Sultan Süleyman, adamlarıyla
avlanmaya çıkmış. İstanbul çevresinde avlanırken oldukça uzaklaşmışlar. Hava
birden bozmuş ve çok şiddetli bir yağmura tutulmuşlar. Islanmış ve üşümüş
olarak bir kömürcü kulübesine sığınmışlar. Her ne kadar kendilerini tanıtmak
istemeseler de kömürcü işi anlamış. Bunlara hemen bol ateş yakmış, ısıtmış,
sıcak bir şeyler ikram etmiş. Gidecekleri sırada, Sultan Süleyman, kömürcüye
ateş yaktığından dolayı kaç para borçları olduğunu sormuş. O da:
-‘Bin altın’ demiş.
Parayı çok fazla bulan veziri:
-‘Bu ateşin ücreti çok pahalı’ demesi
üzerine padişah:
-‘Bu ateş deydi pahasını da
verin’ demesi üzerine bu deyim ‘ateş pahası’ olarak dilimize yadigar kalmıştır.
EŞEK SUDAN
GELİNCEYE KADAR DÖVMEK
(Adamakıllı dövmek anlamında
kullanılan bir deyim.)
Balkan Harbi sıralarında cephedeki bir
askeri birlikte su ihtiyacını her bölüğün saka neferleri temin ederdi.
O zamanlar, mekkare katırlarından
başka adına karanfil kolu denilen, merkepli nakliye kolları da vardı. Her
bölüğe de bir merkep tahsis edilmiş. Saka neferleri bu eşeklere yükledikleri
fıçılarla, ordugâha yarım saat uzaklıktaki bir pınardan su taşırlarmış.
Bölüklerden birisinin saka neferi çok
saf ve tembel imiş. Bir gün pınar başında yatmış, uyumuş. Eşek de çimenler
üzerinde otlarken uzaklara gitmiş.
Uyandığı zaman akşam olmak üzere imiş.
Merkebi aramış, bulamamış. Koşarak bölüğe gelmiş. Susuzluktan kıvranan bölüğün
çavuş ve onbaşıları sakayı yakaladıkları gibi, bölük kumandanı alaylı
yüzbaşının karşısına çıkarmışlar.
Çok sert ve aksi bir adam olan yüzbaşı
saka neferini sorguya çekmiş. Neticede uyuduğunu ve eşeğini kaçırdığını
öğrenince, hemen etrafa atlılar çıkarıp eşeği aratmaya göndermiş. Sakayı da
çadırın direğine bağlayıp başlamış dayak atmaya. Can acısı ile avaz avaz
bağıran saka:
-Aman yüzbaşım, ölüyorum, bir daha
uyumayacağım. Artık dövme! diye yalvardıkça, yüzbaşı:
-Acele etme, daha eşek bulunamadı.
Eşek sudan gelinceye kadar dayak yiyeceksin ki bir daha eşeğine sahip olup,
muharebe yerinde, vazife başında uyumayacaksın... demiş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder